Ana içeriğe atla

"Neden Tanrı'ya, Bu Dine İhtiyacım Olsun ki?"

 "Neden Tanrı'ya, bu dine ihtiyacım olsun ki?" - İslam'ın "güvenli" ortamlara bakış açısı ve bunları dönüştürmesi üzerine


Bu Cuma hutbesini N. Ali Nouman Ali Khan 2 hafta önce gerçekleştirdi. İngilizce bilmeyenler için buraya önemli noktaları özetleme gereği duydum. Bazı yerlerde görüşlerimi de ekledim.
*
Güçlü insanları bilirsiniz. Herşey ayaklarına gelir. İşlerini yapan güruhlar ve semirme arayışındaki yandaşları olur. Hristiyanlıkta krallar ve kilise birbirlerinden güç almış ve her iki taraf birden zora düşerse elitlere başvurmuşlardır. Kur'an ise insanlığa bakışını bir devrim niteliğinde ortaya koymuştur: "herkes Allah katında eşittir, üstünlük takva iledir." Takvâ, Allah bilinci. Yani sen bir kişiyi yoksul, eğitimsiz, kimsesiz, soylu değil diye ezemez, horlayamazsın. (Bu bizim için de geçerli, hem de çok geçerli.)

Mekke sureleri özellikle bu yaklaşımla elitlerin ensesindedir, "O gün yapayalnız bize geleceksiniz" (En'âm 94) mesajları, zorbalığını güçlü ailesinden, çevresinden ya da sayıca çokluğundan alan ve başka insanları ezen kimselere yöneliktir.

Bu herkese eşit yaklaşım, Kur'an nüzulunda da kendini gösterir. Kur'an sözel bir metot izlemiştir, yani her ayetin herkesçe ezberlenmesi sağlanmıştır. Yazma bilen az sayıda kâtip de bunları kayda geçirmiştir. Sözel bir metot, Allah'ın kelimelerinin, sen ben herkese ulaşması, herkesin sorular sorması, düşünmesi anlamına gelir. Yahudilik ve Hristiyanlık bundan kaçınır.

Bu nedenle İslamda alimler birbirlerinin çalışmaları üzerinden çalışmalar yapabilir, deliller getirerek Allah'ın sözlerini daha iyi anlama yöntemlerini izleyebilirler. Kilise veya rabbiler için halkın böyle şeyler yapması küfürdür. Bu 'eşitlik ve herkese açıklık' İslamın en büyük gücüdür. Kilise bu kapalılığının ve gücünü kötüye kullanmasının bedelini, aydınlanma* çağında günlük hayattan tamamen koparılarak ödemiştir. (*aydınlanmanın esas tanımı ve şartları ayrı bir yazı konusu, çünkü dini inkâr, bir aydınlanma şekli değildir)
*
Kur'an ilk nazil olmaya başladığında dinleyiciler Müslüman değildi, yani tebliğ asırlardır müşrikliğe, serbestliğe alışmış kulaklara yapılıyordu. Ama ayetleri işiten ve iman eden ilk Müslümanlar, ashab, bir daha İslam'ı bırakmıyordu, neden? Bu insanlar eziyet de görse, tehdit de edilse vazgeçmiyor, aileleri kendilerine düşman oluyor, varını yoğunu bırakıp hicret ediyor, savaşlarda ölümü göze alıyordu. Oysa cahiliyyede herşey sınırsızdı, İslam bunlara da düzenleme getiriyordu. İnsanlar neden sınırsız yaşamlarını kısıtlasındı ki? İnsan böyle bir şeye neden gönüllü olur bir de üstüne eziyetler çekip sabreder?

Çünkü o insanlar ayetleri işittikçe, bir şey fark etmişlerdi: SINIRSIZCA YAŞAMAK, insan onuruna aykırıdır. İnsanı helak edilen kavimlerin azgınlıklarına götürür. Hakkı bir kere gördükten, bu ayetlerin Allah'ın sözü olduğunu idrak ettikten sonra hiçbir şey onları İslam'dan döndüremedi.
*
Vahiyden 1400 yıl sonra artık Müslüman ailelere, kentlere doğuyoruz. Ancak bu, Müslümanlığın hariçten (çevreden) bize gelmesi demektir ki, bu bizi tembelliğe, bir çeşit kalp körlüğüne iter. Çoğu insan bir ayet üzerine düşünmeden, kendini ayetler düzleminde sorgulamadan yıllar geçirir hatta kabre girer. "Allah var, tamam. Ahirette kurtarırım. Kul hakkı yemedim." Peki, o Kitab niye var?

Günümüzde İslamımız içimizden değil dışarıdan geldiği için bir içsel idrakten yoksunuz. Hâliyle, haricen kurulmuş bir bağ, zayıftır ve hârici koşullarla da kolayca sarsılır, yok edilir. Bu bağ, dikte ile kurulmaz, ezber ile kurulmaz, inkâr ile de kurulmaz.

İçsel idrak niyet edilerek ve Allah'ın fazlı ile elde edilir. Bu bireysel bir yolculuktur. Ashâbın, ensarın ve sonraki nesillerin yaşam öykülerinde bunu görürsünüz.

Günümüzde envai çeşit ideoloji ve -izm'lerin atmosferi altında bu bir izolasyon, niyet, sorgulama, okuma, öğrenme, düşünme, kendini hesaba çekme, bâtılı inkâr ve teslimiyet* (*Ar. "İslam") ile gerçekleşir. Kimisi için bu bir sille ile, zulüm ile, kurtuluş ile, belâ ile ya da tevbe ile başlar. Vesileler saymakla bitmez. Üstelik yol bitmez, çevrenin inkârı, tehdidi, ayartmaları ile devam eder.

Herşeyin kolayca elimizin altında olduğu (varlık, güvenlik, çevre onayı, başarı kriterleri vb) bir ortamda "Tanrı'ya neden ihtiyacım olsun ki? Dine ne gerek var ki zaten hayatı kısıtlıyor" görüşleri kolay gelişir. Sonra da, çevreden "alışılmış" bir Müslümanlık, dile "ben dinden soğudum" lafını söyletiverir. Çünkü kalpte yeşermemiş olan din, zaten hiçbir zaman "ısınılmış" değildir.

Peki o ashâb, ensar, tâbiîn, sonraki nesiller, melek miydiler? Bu adanmışlık neyin nesiydi? Yâsin suresindeki isimsiz adam, kentin öte ucundan koşup gelen, elçilere destek çıkıp linç edilen. "Kavmim bir bilebilseydi!" (Yâsin, 26) Sizin bizim o adamdan potansiyel olarak ne farkımız var? Onlar İslamı kalpte yeşerttiler. Aynı potansiyel bizde de var.
*
Diyorlar ya çağ fitne çağı, ne yapacağız? İnterneti kapatıp evlere mi kapanacağız? Aksine! İslam en saldırgan ortamlara doğmuştur, Hz Yusuf hapisteyken koca bir Mısır ülkesi şirk içindeydi. İslam güvenli ortam aramaz, bu ortamları "dönüştürür".

Gayrimüslim ülkelerde Müslüman olmak zor derler, aynı bakış açısı Müslüman ülkelerde Müslüman olmayı ideal zanneder. Neden Mekke'nin fethinden sonra ashâb, ensâr, sonraki nesiller oturup keyfine bakmadı? Neden Çin'e, Hindistan'a gittiler, hakka çağırdılar? Çünkü bireysel olarak "teslim olmuş" hiç kimse için hiçbir ortamda Müslüman olmak zor değildir.

Çünkü asıl zor olan kendi içinizdeki o yolculuğa çıkmaktır. Çünkü orada kibrinizi ayaklar altına alırsınız ve Tanrı'ya, bu dine, bu kitaba ihtiyacım var, gibi bir çıkış noktanız olur. Çünkü insanlığın pohpohladığı aşırılıkların zararlı sonuçlarını gözlemlemeye başlamışsınızdır. Bu, kibirden sıyrılmaktır. "Allah'ın kitabı orada, ben niye oyalanıyorum, sırt çeviriyorum?" diye sormaktır.

İnanın, o yolda, size öğretilmiş, belletilmiş tüm ideolojilerin, -izm'lerin yetersiz, kusurlu ve uzun vadede insana, kadın-erkek-çocuk onuru ve haysiyetine, komşu ve akraba haklarına, bireysel ve toplumsal haklara (mal, can güvenliğine, hukuki güvencelere) faydasız hattâ zararlı olduğunu idrak edeceksiniz.

N. Ali Khan'ın ilgili hutbesi (İngilizce)


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Didem Madak - En Kalması Gereken Şair

İki nefes arasında yazdım bu yazıyı. İki nokta arasında. Şiirini okumadan şiiri hakkında okuduğum ilk şair değil Didem Madak, ama azıcık dizesinin yer verildiği bir yazıyı daha bitirmeden karar verdim kitaplarını alıp okumaya. İki sayfa arasında. Sözcükler dergisinin en güzel, dolu dolu sayılarından birinde, 57. (Eylül-Ekim) sayısında bir yazıda rastgeldim şiirlerine. Daha ilk satırlarda yüzüme çarpan dizelerin oyunları ve ne kadar oyuncu olurlarsa olsunlar, dile getirdiği anlamların sahiciliği aklımı başımdan aldı. İnanırım bazen bir kâse bal bile umutsuzdur                                                  (Enkaz Kaldırma Çalışmaları'ndan) Şiirindeki dilin örgütlenişi, biçim ve içerik üzerine bir yazı olsa da, yazı içinde atıf yapılan dizeleri aç kurt gibi aradığımı görünce kitaplarını almam şart oldu. Didem Madak, üç tane incecik şiir kitabı yayın...

İnsancıklar

İki adet alıntı sunuyorum sizlere. Birincisi, Ah şu masalcılar! Yazacak yararlı, hoş, kişiye haz veren bir şey bulamazlar da, ne kadar pislik varsa dökerler ortaya! Yetkim olsa yazmayı yasak ederdim onlara! Ne biçim şeylerdir yazdıkları? Okurken ister istemez düşünüyor insan... Kafasını kaşıyor. İnan olsun yasak ederdim onlara yazmayı! Basbayağı yasaklardım. (Kn. V. F. Odeyevski) Bu da diğeri; Ah şu hikayeciler yok mu!... Faydalı, hoş, ruh okşayan yazılar yazmazlar da, şunu bunu karıştırıp, ortaya dökerler. Elimden gelse, topunun yazı yazmasına engel olurdum. Nedir bu, okursun, okursun... alır seni bir düşünce... Aklına saçmasapan şeyler gelir. Vallahi, yazdırtmazdım bunları, hepsini yasak ederdim. (Prens V. F. Odoyevski) Dostoyevski'nin İnsancıklar romanı bu metinle açılıyor. Ancak iki farklı çevirmenle, metnin hangi noktalara gideceğini göstermek istiyorum. Bu incecik kitabın bana edebi çeviri' nin neredeyse çevirmenin edebiyatı olduğunu farketmemde faydası oldu. Ru...

Cemâlnur Sargut Maratonu: Tövbe, Hz. İbrahim, ve Ya Allah'ın Sevdikleri

Cemâlnur Sargut'un ikisi derleme, birisi de bir televizyon yayınının kitaplaştırılmış hâli olan 3 kitabını tek bir yazıda sunacağım, çünkü üçünü de ortak bir bakış açısıyla ifade edebileceğimi düşünüyorum. Tanımayanlar için, Cemâlnur Sargut, "üniversite eğitimini kimya mühendisliğinde tamamladıktan sonra kimya öğretmeni olarak görev yapmıştır. Halen, Türk Kadınları Kültür Derneği'nin (TÜRKKAD) İstanbul Şubesi Başkanlığı görevini yürütmektedir. Otuz yılı aşkın süredir tasavvuf alanında yurt içi ve yurt dışında çok yönlü çalışmalar yapmaktadır. " "Ya Allah'ın Sevdikleri!" kitabı, zamanında bir TV kanalında yayınlanmış birkaç bölümlük sohbetin kitaplaştırılması ve içlerinde en iyisi. Çünkü diğer iki kitapta görülebileceği gibi metinlerde benim fikrimce konu bütünlüğü bulunmuyor. İlk kitaptaki sohbetlerde soruları soran ve dağılmaya meyleden konuları toparlayan Ferda Yıldırım. Bu anlamda belli başlıklar altında toplanan akış çok güze...