İşte bir tatilim daha sona eriyor: geçen yılki farklılığı saymazsak, çocukluğumun, ergenliğimin ve ilkgençliğimin yazlarının geçtiği yerden ayrılacağım yarın. Şu an dışarıda masada Godfather Waltz dinleyerek aslında doktora tezimi çözmüyorum, bu yıllanmış eve, 78 numaraya veda ediyorum. Her seferinde böyle olurdu; döneceğimizden bir gün evvel, geceleyin hüzünlenirdim, ya da herşeyin tadını daha bir çıkarmaya bakardım, veya geceyi dinler, herşeyi farketmeye çalışırdım. Bisiklete atlayıp deniz kenarına gider otururdum gün batarken, dilimde mutlaka bir şarkı olurdu. Mutlaka doğru dürüst bronzlaşamamış, saç rengi filan açılmamış, bu sayede gözleri falan da ortaya çıkmamış, benlerine ve tatil sonu çıkan tüylerine sinir olan bir kız çocuğu olurdum. Ev içinde ya da banyoda kapkara, muhteşem bronzlukta bir esmer, plaja gidince bembeyaz, peynir gibi bembeyaz görünür, bunun sebebini anlayamazdım.
Hangisine daha tutkundum bilmiyorum, bu her yıl boya isteyen, denizin dibinde paslanmadan duramayan tüm metalik, demir şeylere mi, gıcırdayan panjurlar, bazı günler esmesi için yalvardığımız imbat rüzgârı mı, bulaşık makinesine atılamayan sarı seramik tabakları mı, hatta 2 yıl evveline dek olmayan bulaşık makinesi nedeniyle yıkamayı çok sevdiğim sabah bulaşıkları mı, annemin ya da anneannemin çeyizinden kalmış, evden buraya getirilmiş eski, işlemeli küçük çatal takımları mı, bitmek tükenmek bilmeyen ve her defasında beni hasta eden yolu mu, şimdi ekrana konan tuhaf böceğiyle, doğasındaki en tuhaf ve hormonlu mahlukatı mı? Her yıl bir heves alınıp dikilen, tutması için gözünün içine bakılan, ama yine biz gittikten sonra ölen ve üzerinde ekile tuta tutanı yakıla söküle denenmedik şey bırakılmamış kızıl toprağı mı?
Hep elektrikler gitsin diye yakarırdım, çünkü o zaman gecenin göğü tepemize düşecek gibi olurdu; tüm yıldızlar sanki çatımıza yaklaşırdı. O zaman bu kadar ışık kirliliği yoktu, denize birkaç kilometre uzak oldukları halde isminde Sea, Coral, Beach gibi özenti kelimeler barındıran gereksiz yazlık siteler de yoktu tarla ortalarında, onların inşaatı yüzünden yolun asfaltı asla düzelmezdi. Oradan çeşit çeşit insan, 3-4 yılda bizim koya gelmeye başladı, ve böylece çamlık alanlar kısa sürede mangal, piknik alanlarına döndü. Gencecik çamlara hamaklar bağlayıp koca göbeklerini kızarta kızarta yattı adamlar.
Bu sefer evi ben çekip çevirdim, bu sefer denizden gelip yan gelip yatıp önüme yemek gelmesini beklemedim, çünkü yemekleri ben yapıyordum; bu sefer aç aç oturup kahvaltının başına geçmedim, kahvaltıyı ben hazırladım; bu sefer çamaşır makinesi çalışınca içimi sıkıntılar basıp üst kattaki odalara kaçamadım, çünkü makineyi ben çalıştırdım. O tembellik, beleşçilik bu sefer yoktu, bu sefer evin herşeyiyle ilgilenmem gerekiyordu, eskiden değiştiğini bile farketmediğim havluları şimdi ben ipe asıyor ya da kaldırıyordum. Yıkamayı unutup ıslak yerlere yeniden basmak istemediğim için mayomu bıraktığım banyoda annemi nasıl delirttiğimi farketmezdim, şimdiyse banyoda mayo kaldı mı diye kendim bakıyordum. Bu sefer 25 yıl boyunca dibinden arabayla geçip gittiğim Apollon Tapınağı'na gittim, yolu kapanmış ve değişmiş olduğu halde. Bir tarihti bu, yaşayan bir tarih, devasa taşlar, sütunlar, bir zamanlar gezindiğim yerde beyaz giysileriyle Helenler dolaşıyordu.
Dünya kadar iş beni bekliyor, bulaşık makinesi boşaltılacak, ipten kuruyanlar alınacak, gündüz evi temizledim odaları topladım –oysa eskiden böyle miydi! Şimdi son 1-2 saatimi çay içerek geçiriyorum.
Neye daha tutkunum bilmiyorum, buraya geldiğimiz bir yıl, ilk günün gecesi dedem ölmüştü, ağlaya ağlaya geri dönmüştük, belki de bu yüzden. 10 saatlik yolu yine tepeceğim yarın, ama yine geleceğim.
Yorumlar
Yorum Gönder
Fikirlerinizi paylaşmaktan çekinmeyin!