Nisan ayının çoğunluğunu Türkiye'de geçirdim. Günler su gibi akıp geçti ve kendimi dönüş uçağında buldum.
Önce İstanbul'u aynı ay içinde 2 kez havadan görme şansım oldu. Denizi, suyundaki çizgi çizgi dalgalarıyla balıkçı tekneleri, tankerleriyle, kıyılarındaki yalılarıyla hep büyüleyici. Ne var ki içerilerde estetikten yoksun giderek daha sıradan beton bloklar, üstelik bir kısmı çeşitli renklere boyanmış - aynı şey Ankara'da da vardı-, güzelim kentte koskocaman, sırıtıyorlar.
Rumeli yakasındaki mini mini binalar çok daha güzel. Anadolu yakası tamamen bir rezidans cennetine dönmüş, o dillere destan siluetten eser kalmamış. Gözlerim boş yere, yeşillik, park namına bir şey aradı. Bulduğum yerler ise çevresine kapalı, kendi lüksüne hapsolmuş bahçelerdi.
Akşam oluyorken 4 saat uçtuk ve güneş batmadı. Çünkü batıya uçuyorduk, ilerimiz hep gurub kızıllığı, ardımızda hep gece, Araf'ta gibiydik. Ardında geceyi sürükleyen sihirli kuşlar gibi, camlarımıza daimi kızıllık vurmuştu.
Her an güneşin kaybolup yıldızların devasa toplar gibi sağımızda solumuzda belirmesini bekliyordum.
Avrupa kıtasıyla Birleşik Krallık toprakları arasındaki denizde Ay'ın yansımasını tekrar görmek için yanıp tutuşuyordum. İlâhi bir manzaraydı, en son geçen yıl görmüştüm. Oysa bu gerçekleşmeyecekti.
Bulutların açtığı deliklerden Budapeşte, Prag şehirleri gece ışıklarıyla ışıl ışıldı. Oysa 10 bin metre yukarıda, halen gün batımı vardı. Yani, aşağıdakiler, gece olduğunu sanıyordu, geceye ait telâşlarına gömülmüşlerdi, oysa aslında güneş vardı ileride. Büyük bir yanılsamaydı bu.
Havalimanından beni alan taksinin içinde, bebek mavisi ceketi, yapılı saçları ve çok tatlı muhabbetiyle kadın şoför ile, LED ile aydınlatılan, sokak/cadde lambası bulunmayan, bu yüzden iki yandaki ağaçların rahatça uyuduğu, ışık kirliliği olmayan karayolunda giderken, birkaç dakika önce aralarından yere indiğim, ancak yere varınca eskiden olduğu gibi nokta kadar görebildiğim yıldızlara bakıyordum.
Hava tertemizdi, taksi temiz çarşaf kokuyordu, tek tük arabaların arasından geçiyorduk. Cep telefonu çalınca kadın şoför - herkes gibi- özür diliyor, öyle yanıt veriyordu çağrıya. Terminal çıkışındaki trafikten ötürü taksiyi rezerve eden bir başka müşteriye yetişemeyeceğini, bir başka kadın şoföre haber veriyordu.
20 gün evvel sabahın erken saatlerinde önlerinden geçtiğim doğal parkları, 2 katı geçmeyen şirin evcikleri ve gül, badem ağaçlarıyla dolu bahçelerini birer birer anımsıyordum. Bu yolda benim Ankara'mın toplamından daha fazla yeşil alan ve ağaç vardı.
Yağmur yağıp dinmiş, hava açmıştı. Islak yaprakların aralarında serçeler uyurken hemen altlarından sessizce geçerek evimin kapısına vardım.
Ertesi gün kampüs dönüşü doğa bana tüm güzelliğiyle 'Hoşgeldin!' diyecekti. Bu sefer farklıydı herşey. Bu sefer, evime dönmüştüm.
© 2014 Serra Topal Fotoğrafların her hakkı saklıdır.
Önce İstanbul'u aynı ay içinde 2 kez havadan görme şansım oldu. Denizi, suyundaki çizgi çizgi dalgalarıyla balıkçı tekneleri, tankerleriyle, kıyılarındaki yalılarıyla hep büyüleyici. Ne var ki içerilerde estetikten yoksun giderek daha sıradan beton bloklar, üstelik bir kısmı çeşitli renklere boyanmış - aynı şey Ankara'da da vardı-, güzelim kentte koskocaman, sırıtıyorlar.
Rumeli yakasındaki mini mini binalar çok daha güzel. Anadolu yakası tamamen bir rezidans cennetine dönmüş, o dillere destan siluetten eser kalmamış. Gözlerim boş yere, yeşillik, park namına bir şey aradı. Bulduğum yerler ise çevresine kapalı, kendi lüksüne hapsolmuş bahçelerdi.
Akşam oluyorken 4 saat uçtuk ve güneş batmadı. Çünkü batıya uçuyorduk, ilerimiz hep gurub kızıllığı, ardımızda hep gece, Araf'ta gibiydik. Ardında geceyi sürükleyen sihirli kuşlar gibi, camlarımıza daimi kızıllık vurmuştu.
Her an güneşin kaybolup yıldızların devasa toplar gibi sağımızda solumuzda belirmesini bekliyordum.
Avrupa kıtasıyla Birleşik Krallık toprakları arasındaki denizde Ay'ın yansımasını tekrar görmek için yanıp tutuşuyordum. İlâhi bir manzaraydı, en son geçen yıl görmüştüm. Oysa bu gerçekleşmeyecekti.
Bulutların açtığı deliklerden Budapeşte, Prag şehirleri gece ışıklarıyla ışıl ışıldı. Oysa 10 bin metre yukarıda, halen gün batımı vardı. Yani, aşağıdakiler, gece olduğunu sanıyordu, geceye ait telâşlarına gömülmüşlerdi, oysa aslında güneş vardı ileride. Büyük bir yanılsamaydı bu.
Deniz kıyısında bir beton kent: İstanbul |
Hava tertemizdi, taksi temiz çarşaf kokuyordu, tek tük arabaların arasından geçiyorduk. Cep telefonu çalınca kadın şoför - herkes gibi- özür diliyor, öyle yanıt veriyordu çağrıya. Terminal çıkışındaki trafikten ötürü taksiyi rezerve eden bir başka müşteriye yetişemeyeceğini, bir başka kadın şoföre haber veriyordu.
20 gün evvel sabahın erken saatlerinde önlerinden geçtiğim doğal parkları, 2 katı geçmeyen şirin evcikleri ve gül, badem ağaçlarıyla dolu bahçelerini birer birer anımsıyordum. Bu yolda benim Ankara'mın toplamından daha fazla yeşil alan ve ağaç vardı.
Yağmur yağıp dinmiş, hava açmıştı. Islak yaprakların aralarında serçeler uyurken hemen altlarından sessizce geçerek evimin kapısına vardım.
Ertesi gün kampüs dönüşü doğa bana tüm güzelliğiyle 'Hoşgeldin!' diyecekti. Bu sefer farklıydı herşey. Bu sefer, evime dönmüştüm.
© 2014 Serra Topal Fotoğrafların her hakkı saklıdır.
Yorumlar
Yorum Gönder
Fikirlerinizi paylaşmaktan çekinmeyin!