Bir kitabı okumaya başladığımda aklıma hemen yazacak bir şeyler gelmesi ilk sefer başıma gelen bir şey değil. Ama üslup konusunda bu kadar yazmak istediğim bir kitap, ilk kez oluyor.
İlk okuduğum kitabı olan Cevdet Bey ve Oğulları'nı çok sevdikten sonra, birkaç yıl Orhan Pamuk kitaplarına yakın durmadım. Sanki yeni bir tanesini okursam ilk okuduğum kitabıyla inşa ettiğim bir şeyleri yıkacakmış, zarar verecekmiş gibi geldi.
Belki de bir yazarı tam olarak anlayabilmek, yazdıklarından keyif alabilmek - ve gelişimini izleyebilmek, ki bu ve keyif alabilme ile bir döngü içindedir- belli ve doğru bir sırada okumakla mümkündür eserlerini. Belki o an Kar, ya da Masumiyet Müzesi'ni almış olsaydım bu şekilde düşünmeyecektim.
Sessiz Ev başta Cevdet Bey ve Oğulları gibi, bir ev ve aile hikâyesi gibi görünebilir, ama ondan büyük ölçüde ayrılıyor: öncelikle üslubuyla.
İlk anda yazım dilini Proust'a benzetiyorum, Proust'u çok severek, akar gibi okurdum, müthiş uzun cümlelerle yazmıştır ama aslında nefes alıp verir gibi kendi içinde bir ritmi, durakları vardır; yazar ile aynı anda nefes alıp verirseniz müthiş bir haz duyarsınız, ve elbette, "ben anlamıyorum, cümlenin başını unutuyorum" gibi klişe önyargılarınızdan çoktan sıyrılmış olmanız gerekir. İşin aslı, cümlenin başını hep hatırlamamak gerektiği, onun bir şekilde zaten zihninize nakşedildiği, satırlara bir nehir gibi kapılıp aslında "cümle okuyor" olduğunuzu bile unutmak gerektiği. Siz okumuyorsunuz, yüzüyorsunuz aslında, ya da bir duman etrafınızı sarıyor. Ya da sanki birisi karşınızda ve anlatıyor, siz de dinliyorsunuz.
Yine üsluba dair: her bölüm, bir başka kişinin iç sesiyle anlatılıyor. Romanda 30 bölüm varsa, otuzu da bir önceki bölümden farklı bir karakterin iç dünyasının dile gelişiyle açılıyor. Ardarda bölümleri okurken bu bir şaşkınlık yaratıyor aslında. Ben özellikle sıranın kimde olduğuna dair bir fikir edinmeye çalışmadım. Bölüm başlıkları olmasa, sıranın kimde olduğunu bilebilir miydik, bilmeye çalışmak daha keyifli olabilir miydi - "Ben anlamıyorum"cular için işin çok daha zorlaşacağı kesin. Ama bir denge olduğunu zihniniz fark edecek, ne eksik ne fazla; belki sadece Büyükhanım'a, yaşına saygıdan dolayı biraz iltimas geçilmiş olabilir.
En çok bu noktaya takıldım; başlıkları sonradan eklemiş yazar, peki bu gerekli miydi? İlk baskısında bu başlıklar yokmuş. Ayrıca başlıklar sandığınız gibi herşeyi içinde saklar görünen, gizemli, belli bir zekâ seviyesine hitap eden ve bununla övünen, az kelime sayısınında oluşan bilmeceler değil, sanki bir Cin Ali kitabından fırlamış gibiler. Sanki yazar, başlıklar olmadan o bölümde kimin anlattığının anlaşılamamasıyla alay eder gibi: "Bence sizin bunlara ihtiyacınız yoktu, ama ekledim, özellikle de böyle ekledim, bunu siz istediniz" der gibi. İçerikle bir eş zamanlılık yakalayabildiğiniz zaman, başlıkları okumayı bırakıyorsunuz. Bence istenilen de bu.
İçeriğe gelirsek, sihirli cümleler kurmuyor Pamuk, okuyucunun deli gibi satırların altını çizme isteği onun ilgisini çekmiyor olmalı; kelimelerle hiç oynamıyor, ama bu ülkenin çok tanıdık ince gerçeklerini öyle minik noktalara sıkıştırmış ki, okuyunca pekçok vatandaşımızın, gelmiş geçmiş siyasetçilerimizin, düşünürlerimizin, bu kadarının bile farkında olmayabileceğini düşünüyorsunuz. Hepimiz bu gerçekleri yaşayıp gidiyoruz, farkına vararak ya da varmayarak. Siyasi, toplumsal, sosyal gerçekler ve bunlar üzerinde araştırılmış, çalışılmış izlenimi de vermiyor doğrusu, hepsi birer gözleme dayalı ve öyle anlatılmış; bir siyasi tarih, sosyoloji dersine dönüşmüyor okuduklarınız.
Olay örgüsü çok uç şeylerin birlikteliğinden oluşmuyor - son yıllarda çok moda olduğu üzere- tam tersi, sanırım her ailede olan fakat hepsini bir arada okuyunca yüzünüze her bölümde şamarlar olarak inen şeyler. Hepsi bir aradayken bir sivrilik yaratıyorlar. Yılların birikiminin tek bir uykusuz gecede zihnine döküldüğü babaanne, aslında uzaydan indirilmiş bir varlık değil, yakınlarınızdaki pekçok ninede böyle yaşanmışlıklar vardır, ama okuduğunuz miktarı size tek bir gecede o da anlatamaz: okumanın sevdiğim yönlerinden biri. Dilediğiniz süre, dilediğiniz kadar, dilediğiniz miktar, başka birisinin dünyasında kalabilirsiniz. Bu dünyayı yaratmak - yazmak- çok daha akıl almaz bir şey olsa gerek.
Benim yanıltıcı bulduğum şey, - o da yazarın yazmamış olduğu belli olan- kitap arkası metniydi; "babaannelerinin evine ziyarete gelen üç kardeşin, dedelerinin bir zamanlar yazmak için hayatını harcadığı bir ansiklopediyi yazmaya karar vermeleri" gibi bir bilgi içeriyor ve bu bilgi beni kitabın oldukça ileri bölümlerine kadar yanılttı. Çünkü son bölümlere dek kardeşler böyle bir girişimde bulunmuyorlar.
Kişilerin her birinde yazara ait olduğunu düşündüğünüz isyanlar, özellikler, umutsuzluklar veya dirençler görüyorsunuz. Bunu her okuduğum kitapta da görmüyorum. Dostoyevski'nin bir romanında 47 tane karakter mevcutsa, her birinde yazarın bir yönünü fark etmeniz sözkonusu değildir. Roman aslında yazarın anlatma derdinin bir sonucudur, ama pekçok karakter birer figüran, gözün odağı dışında kalan parçalar olarak kalırlar.
Son söz; Pamuk'un kitapları İletişim Yayınları'ndan YKY'ye geçmiş. İletişim'in kitap kapaklarını hep çok yaratıcı, yazı tiplerini okuyucuya saygı duyar biçimde küçük tutmasını seven benim gibi bir okuyucu için bu pek de hoş olmadı. Bu yazıda iki yayınevinin de kapaklarını kullandım. YKY'nin kapağının "romanı çekici kılmak, sanki bir yaz aşkı havası vermek" gibi bir etkisi var. En azından ben, o resimdeki eve, okuduğum bunca şeyi gizlemekte zorlandım. İletişim'in kapağı biraz melankolik ve karanlık gibi görünüyor, ama ben içine zor girebildiğim ve bir köşesinde umut görebildiğim sade tasarımları daha çok seviyorum.
Toplumumuz tarafından kendisine bakış açısı biraz karmaşık olsa da, bu adam iyi yazıyor, yazmış ve bunu kabul etmek gerekiyor; en azından, ben hakkını vermek için okumaya devam edeceğim.
İlk okuduğum kitabı olan Cevdet Bey ve Oğulları'nı çok sevdikten sonra, birkaç yıl Orhan Pamuk kitaplarına yakın durmadım. Sanki yeni bir tanesini okursam ilk okuduğum kitabıyla inşa ettiğim bir şeyleri yıkacakmış, zarar verecekmiş gibi geldi.
Belki de bir yazarı tam olarak anlayabilmek, yazdıklarından keyif alabilmek - ve gelişimini izleyebilmek, ki bu ve keyif alabilme ile bir döngü içindedir- belli ve doğru bir sırada okumakla mümkündür eserlerini. Belki o an Kar, ya da Masumiyet Müzesi'ni almış olsaydım bu şekilde düşünmeyecektim.
Sessiz Ev başta Cevdet Bey ve Oğulları gibi, bir ev ve aile hikâyesi gibi görünebilir, ama ondan büyük ölçüde ayrılıyor: öncelikle üslubuyla.
İlk anda yazım dilini Proust'a benzetiyorum, Proust'u çok severek, akar gibi okurdum, müthiş uzun cümlelerle yazmıştır ama aslında nefes alıp verir gibi kendi içinde bir ritmi, durakları vardır; yazar ile aynı anda nefes alıp verirseniz müthiş bir haz duyarsınız, ve elbette, "ben anlamıyorum, cümlenin başını unutuyorum" gibi klişe önyargılarınızdan çoktan sıyrılmış olmanız gerekir. İşin aslı, cümlenin başını hep hatırlamamak gerektiği, onun bir şekilde zaten zihninize nakşedildiği, satırlara bir nehir gibi kapılıp aslında "cümle okuyor" olduğunuzu bile unutmak gerektiği. Siz okumuyorsunuz, yüzüyorsunuz aslında, ya da bir duman etrafınızı sarıyor. Ya da sanki birisi karşınızda ve anlatıyor, siz de dinliyorsunuz.
Yine üsluba dair: her bölüm, bir başka kişinin iç sesiyle anlatılıyor. Romanda 30 bölüm varsa, otuzu da bir önceki bölümden farklı bir karakterin iç dünyasının dile gelişiyle açılıyor. Ardarda bölümleri okurken bu bir şaşkınlık yaratıyor aslında. Ben özellikle sıranın kimde olduğuna dair bir fikir edinmeye çalışmadım. Bölüm başlıkları olmasa, sıranın kimde olduğunu bilebilir miydik, bilmeye çalışmak daha keyifli olabilir miydi - "Ben anlamıyorum"cular için işin çok daha zorlaşacağı kesin. Ama bir denge olduğunu zihniniz fark edecek, ne eksik ne fazla; belki sadece Büyükhanım'a, yaşına saygıdan dolayı biraz iltimas geçilmiş olabilir.
En çok bu noktaya takıldım; başlıkları sonradan eklemiş yazar, peki bu gerekli miydi? İlk baskısında bu başlıklar yokmuş. Ayrıca başlıklar sandığınız gibi herşeyi içinde saklar görünen, gizemli, belli bir zekâ seviyesine hitap eden ve bununla övünen, az kelime sayısınında oluşan bilmeceler değil, sanki bir Cin Ali kitabından fırlamış gibiler. Sanki yazar, başlıklar olmadan o bölümde kimin anlattığının anlaşılamamasıyla alay eder gibi: "Bence sizin bunlara ihtiyacınız yoktu, ama ekledim, özellikle de böyle ekledim, bunu siz istediniz" der gibi. İçerikle bir eş zamanlılık yakalayabildiğiniz zaman, başlıkları okumayı bırakıyorsunuz. Bence istenilen de bu.
İçeriğe gelirsek, sihirli cümleler kurmuyor Pamuk, okuyucunun deli gibi satırların altını çizme isteği onun ilgisini çekmiyor olmalı; kelimelerle hiç oynamıyor, ama bu ülkenin çok tanıdık ince gerçeklerini öyle minik noktalara sıkıştırmış ki, okuyunca pekçok vatandaşımızın, gelmiş geçmiş siyasetçilerimizin, düşünürlerimizin, bu kadarının bile farkında olmayabileceğini düşünüyorsunuz. Hepimiz bu gerçekleri yaşayıp gidiyoruz, farkına vararak ya da varmayarak. Siyasi, toplumsal, sosyal gerçekler ve bunlar üzerinde araştırılmış, çalışılmış izlenimi de vermiyor doğrusu, hepsi birer gözleme dayalı ve öyle anlatılmış; bir siyasi tarih, sosyoloji dersine dönüşmüyor okuduklarınız.
Olay örgüsü çok uç şeylerin birlikteliğinden oluşmuyor - son yıllarda çok moda olduğu üzere- tam tersi, sanırım her ailede olan fakat hepsini bir arada okuyunca yüzünüze her bölümde şamarlar olarak inen şeyler. Hepsi bir aradayken bir sivrilik yaratıyorlar. Yılların birikiminin tek bir uykusuz gecede zihnine döküldüğü babaanne, aslında uzaydan indirilmiş bir varlık değil, yakınlarınızdaki pekçok ninede böyle yaşanmışlıklar vardır, ama okuduğunuz miktarı size tek bir gecede o da anlatamaz: okumanın sevdiğim yönlerinden biri. Dilediğiniz süre, dilediğiniz kadar, dilediğiniz miktar, başka birisinin dünyasında kalabilirsiniz. Bu dünyayı yaratmak - yazmak- çok daha akıl almaz bir şey olsa gerek.
Benim yanıltıcı bulduğum şey, - o da yazarın yazmamış olduğu belli olan- kitap arkası metniydi; "babaannelerinin evine ziyarete gelen üç kardeşin, dedelerinin bir zamanlar yazmak için hayatını harcadığı bir ansiklopediyi yazmaya karar vermeleri" gibi bir bilgi içeriyor ve bu bilgi beni kitabın oldukça ileri bölümlerine kadar yanılttı. Çünkü son bölümlere dek kardeşler böyle bir girişimde bulunmuyorlar.
Kişilerin her birinde yazara ait olduğunu düşündüğünüz isyanlar, özellikler, umutsuzluklar veya dirençler görüyorsunuz. Bunu her okuduğum kitapta da görmüyorum. Dostoyevski'nin bir romanında 47 tane karakter mevcutsa, her birinde yazarın bir yönünü fark etmeniz sözkonusu değildir. Roman aslında yazarın anlatma derdinin bir sonucudur, ama pekçok karakter birer figüran, gözün odağı dışında kalan parçalar olarak kalırlar.
Son söz; Pamuk'un kitapları İletişim Yayınları'ndan YKY'ye geçmiş. İletişim'in kitap kapaklarını hep çok yaratıcı, yazı tiplerini okuyucuya saygı duyar biçimde küçük tutmasını seven benim gibi bir okuyucu için bu pek de hoş olmadı. Bu yazıda iki yayınevinin de kapaklarını kullandım. YKY'nin kapağının "romanı çekici kılmak, sanki bir yaz aşkı havası vermek" gibi bir etkisi var. En azından ben, o resimdeki eve, okuduğum bunca şeyi gizlemekte zorlandım. İletişim'in kapağı biraz melankolik ve karanlık gibi görünüyor, ama ben içine zor girebildiğim ve bir köşesinde umut görebildiğim sade tasarımları daha çok seviyorum.
Toplumumuz tarafından kendisine bakış açısı biraz karmaşık olsa da, bu adam iyi yazıyor, yazmış ve bunu kabul etmek gerekiyor; en azından, ben hakkını vermek için okumaya devam edeceğim.
Sessiz Ev, Orhan Pamuk
YKY Yayınları, YKY'de 2. baskı 2014,
303 sayfa
Ennn sevdiğim kitabıdır, ki tüm yazdıklarını okudum...
YanıtlaSilEleştirilerin edebiyatçıların dikkatini çekebilecek kadar isabetlidir. Bu eleştiriler ışığında edebiyata matematik yerleştirilirse daha mükemmel eserler meydana getirilebilir. Ya da edebiyatta entropi fikrini, ilerleyen zamanlarda edebiyatçılar dikkate almalıdır.
YanıtlaSilDr Burhan Topal