İsmini duymamanın imkânsız olduğu, yine de elinize alıp tamamıyla kendinizi kaptırarak okumak için biraz zaman isteyen bir kitap Saatleri Ayarlama Enstitüsü. Tanpınar'ın, bir aşkı ve şehri anlatan Huzur romanının ardından, bir zihniyete baştan başa bir eleştiri romanı olarak yepyeni ufuklar açtı zihnimde.
Bir iç çekiş gibi itiraflarla başlıyor Hayri İrdal'ın günlüğü, ve yazdığı ilk sayfalarda toplumun en sıradan hal ve alışkanlıklarına yönelik ince eleştiriler, kalemi tutanın farkında olmadığı ama sizin gözlerinizin önüne apaçık serilen bir mizah yakalayıveriyor sizi.
Romanın ilk özelliği, zamansız bir yapıt olması - ister Abdulhamit Dönemi'nde geçiyor olsun, ister Cumhuriyet'in belirsiz yıllarında; modernleşmenin, toplumun tüm kesimlerince istenen (!) hızda yayılamadığı ve yerleşemediği zamanlar; veya kolaycılığın müthiş bir şekilde insanımızda yer etmeye başladığı 80'ler, 90'lar, 2000'ler. Bu kitapta anlatılan pekçok şey, toplumumuzun sosyokültürel gündeminin askıda kaldığı, medeni alışkanlıklarımızın değişimlere uğradığı dönemlere uyarlanabilir. Toplumun farklı kesimleri, birbirinden kopuk, uç noktalarda ve zıt hedefleri içselleştiren farklı hayatlar sürerken bu insanların bir araya gelmesi ve bilinçli olarak yönlendirilmesiyle bu kitaptakine benzer olaylar meydana gelebilir: hiç yoktan gereksiz kurumlar kurulup bir sürü insan işe alınabilir, hem de tam da kurucularının savunduğu gibi kendi çevrelerinden ve tamamen tecrübesiz insanlar - devlet yetkilileri de buna ikna olabilirler, hatta kurumlara gelip ziyaretler edebilirler, dönen dolaplara göz yumabilirler, basın bu olaylara alkış tutabilir, eleştirenler magazin haberlerle, demagojilerle bastırılabilir, bu kurumun varlığına halk tamamen alıştırılabilir ve halk yeni çıkan yönetmeliklerle bu kurumlara borçlu hale bile gelebilir, yeni moda kararlarla cezalar öder duruma gelebilir - şaşırtcı bir şey değildir bu. Cemiyet hayatından tutun da mesleki yaşama, mahalleler evler komşulardan mahkeme salonlarına, tıp kurumlarının ve personelinin durumuna, kahvelerden ruh çağırma cemiyetlerine ve en son bürokrasiye kadar, anlatılan olay ve kişiler mutlaka tanıdıktır.
Bu kitap hakkında her yerde rastlayabileceğiniz, Doğu-Batı arasındaki sıkışmışlık tanımlamaları bu romanı değerlendirmekte yetersiz kalacaktır. Böyle konulara değinen pekçok kitap yazılmış ve yazılmaktadır, ancak SAE bu örneklerden kendi mizahı ve olay örgüsüyle sıyrılır. Günümüzde bir etkiden ziyade erek haline gelmiş olan hiç yoktan köşeyi dönmek kavramının resmî yollarla nasıl da kolaycacık gerçekleşebileceği ve bunun sıradan bir adamın iç dünyasını nasıl karıştırabileceğini okursunuz. Bu açıdan roman, önemli bir görev de üstlenir; bireyler sürekli olarak refaha kavuşmayı ve refaha kavuşunca yapacakları şeyleri düşlerler, ancak şahsiyetlerinin bu yeni durumla nasıl başa çıkabileceğini düşünmezler. Değişen çevreleri veya mevcut çevrenin davranış/alışkanlıklarının değişmesi, bireyin olageldiği iç dünyasıyla, anılarıyla, beklentileriyle çatışabilir. Birey bir an gelip, refahtan uzak ama huzurlu, mütevazı ve kendine yabancı olmayan ufak dünyasını özleyebilir. Bu yeni düzene ayak uydurması bekleneceğinden, uyumsuzluk, anlaşılamama, yalnızlık, kendi özünden kopuş gibi psikolojik durumlarla karşı karşıya kalabilir. Bu roman, bir psikoloji - Doktor Ramiz'in deyişiyle psikanaliz- tezine dönüşmeden bunu size iletmeyi başarıyor.
Toplumun ve devletin hiçbir şekilde ihtiyaç duymayacağı bir işin uydurulması, bunun kıvrak bürokratik adımlarla devreye alınması ve büyütülmesi okuyucuya bir yandan akıl almaz gelirken, öte yandan mevcut pekçok kurum ve işleyişini andırarak hiç de yabancı gelmeyecektir. Devlet hiç de farklı olmayan bir şekilde pekçok ihtiyaç duyulmayan ofis, personel, yönetim, ve bürokrasi işletmekte,"bu sisteme gerçekten lüzum var mı?" sorusu sorulduğunda devredışı kalması hiç de zaman kaybı sayılmayak bir çok makam ve kuruma çatı olmakta, para sarf etmektedir.
SAE, yine pekçok değerlendirmede rastlayabileceğiniz gibi, refahın bir insanı nasıl değiştirdiğine bir örnek değildir bana göre; tam tersine, değişen koşulların bir insanı ne kadar istese de değiştiremeyeceğine en güzel örnektir. Hayri İrdal, yazdıklarının ilk sayfalarında anlattığı tüm çocukluk, gençlik ve ilk evlilik yıllarında başına gelenlerde yürüttüğü mantığı, bireysel isyanları ile hepimiz gibidir; iyi bir hayatı olsun ister, çocukları ve hanımıyla mutludur; evine ekmek götürmek arzusundadır. Uğradığı haksızlıklar ya şanssızlığı ya da dilini tutamamasından ileri gelmiştir. Ancak Halit Ayarcı ile tanıştıktan sonra hayatında değişen koşullara kendi de uzun süre inanamaz -bir süre sonra kendi sesine dönüşen iç sesinden anlarız bunu. Satır satır yazdıkça Hayri İrdal, ilk sayfalardaki naifliğinden kurtulur ve hikâyenin sonlarına doğru hayatındaki müthiş değişimle ve SAE'nin getirdikleriyle bütünleşemediğini dile getirmeye başlar, zihninde hep bir soru işareti vardır, hatta son sayfalarda bunlardan - refah, zenginlik, eğlenceler- aleni tiksinti duyduğunu da hissederiz.
Halit Ayarcı ise Türk edebiyatında şimdiye kadar sunulanlar içinde temsil ettiği fikir ve zihniyetler bakımından en kapsamlı olarak düşünülmüş Türk bürokratı/aydınıdır. Kitabın pekçok yerinde Hayri İrdal'ı ikna için sarf ettiği sözler, romanın geçtiği yıllardan bugüne kolaylıkla taşınabilir ve günümüze ait bir aydın/bürokratın sözleri diye sunulabilir. Bu anlamda eşsiz bir öngörü ve toplum algısıyla vardır Tanpınar'ın. Bir noktada Halit Ayarcı zavallı Hayri İrdal'ı değil, okuyucuyu ikna etmekte, ona kıvrak diliyle aklının havsalasına hiç gelmemiş zıt perspektiflerden iddialar sunmaktadır. Halit Ayarcı daha o zaman tanımı bile yapılmamış "algı yönetimi"nin yaratıcısı sayılabilecek, yine o yıllara yabancı bir kavram olan "girişimcilik"in, "inovasyon"un en olmayacak örneğini vücuda getiren bir karakterdir. Enstitüye alınacak personelin seçiminde yürüttüğü akıl gerçekten hatırlanmaya değerdir:
Hayri İrdal'a ısrarla yazdırdığı, Ahmet Zamanî Efendi üzerine bir biyografi kitabı için söylediği şu sözler Halit Ayarcı'nın varoluş sebebini çok güzel özetler:
Bir iç çekiş gibi itiraflarla başlıyor Hayri İrdal'ın günlüğü, ve yazdığı ilk sayfalarda toplumun en sıradan hal ve alışkanlıklarına yönelik ince eleştiriler, kalemi tutanın farkında olmadığı ama sizin gözlerinizin önüne apaçık serilen bir mizah yakalayıveriyor sizi.
Romanın ilk özelliği, zamansız bir yapıt olması - ister Abdulhamit Dönemi'nde geçiyor olsun, ister Cumhuriyet'in belirsiz yıllarında; modernleşmenin, toplumun tüm kesimlerince istenen (!) hızda yayılamadığı ve yerleşemediği zamanlar; veya kolaycılığın müthiş bir şekilde insanımızda yer etmeye başladığı 80'ler, 90'lar, 2000'ler. Bu kitapta anlatılan pekçok şey, toplumumuzun sosyokültürel gündeminin askıda kaldığı, medeni alışkanlıklarımızın değişimlere uğradığı dönemlere uyarlanabilir. Toplumun farklı kesimleri, birbirinden kopuk, uç noktalarda ve zıt hedefleri içselleştiren farklı hayatlar sürerken bu insanların bir araya gelmesi ve bilinçli olarak yönlendirilmesiyle bu kitaptakine benzer olaylar meydana gelebilir: hiç yoktan gereksiz kurumlar kurulup bir sürü insan işe alınabilir, hem de tam da kurucularının savunduğu gibi kendi çevrelerinden ve tamamen tecrübesiz insanlar - devlet yetkilileri de buna ikna olabilirler, hatta kurumlara gelip ziyaretler edebilirler, dönen dolaplara göz yumabilirler, basın bu olaylara alkış tutabilir, eleştirenler magazin haberlerle, demagojilerle bastırılabilir, bu kurumun varlığına halk tamamen alıştırılabilir ve halk yeni çıkan yönetmeliklerle bu kurumlara borçlu hale bile gelebilir, yeni moda kararlarla cezalar öder duruma gelebilir - şaşırtcı bir şey değildir bu. Cemiyet hayatından tutun da mesleki yaşama, mahalleler evler komşulardan mahkeme salonlarına, tıp kurumlarının ve personelinin durumuna, kahvelerden ruh çağırma cemiyetlerine ve en son bürokrasiye kadar, anlatılan olay ve kişiler mutlaka tanıdıktır.
Bu kitap hakkında her yerde rastlayabileceğiniz, Doğu-Batı arasındaki sıkışmışlık tanımlamaları bu romanı değerlendirmekte yetersiz kalacaktır. Böyle konulara değinen pekçok kitap yazılmış ve yazılmaktadır, ancak SAE bu örneklerden kendi mizahı ve olay örgüsüyle sıyrılır. Günümüzde bir etkiden ziyade erek haline gelmiş olan hiç yoktan köşeyi dönmek kavramının resmî yollarla nasıl da kolaycacık gerçekleşebileceği ve bunun sıradan bir adamın iç dünyasını nasıl karıştırabileceğini okursunuz. Bu açıdan roman, önemli bir görev de üstlenir; bireyler sürekli olarak refaha kavuşmayı ve refaha kavuşunca yapacakları şeyleri düşlerler, ancak şahsiyetlerinin bu yeni durumla nasıl başa çıkabileceğini düşünmezler. Değişen çevreleri veya mevcut çevrenin davranış/alışkanlıklarının değişmesi, bireyin olageldiği iç dünyasıyla, anılarıyla, beklentileriyle çatışabilir. Birey bir an gelip, refahtan uzak ama huzurlu, mütevazı ve kendine yabancı olmayan ufak dünyasını özleyebilir. Bu yeni düzene ayak uydurması bekleneceğinden, uyumsuzluk, anlaşılamama, yalnızlık, kendi özünden kopuş gibi psikolojik durumlarla karşı karşıya kalabilir. Bu roman, bir psikoloji - Doktor Ramiz'in deyişiyle psikanaliz- tezine dönüşmeden bunu size iletmeyi başarıyor.
Toplumun ve devletin hiçbir şekilde ihtiyaç duymayacağı bir işin uydurulması, bunun kıvrak bürokratik adımlarla devreye alınması ve büyütülmesi okuyucuya bir yandan akıl almaz gelirken, öte yandan mevcut pekçok kurum ve işleyişini andırarak hiç de yabancı gelmeyecektir. Devlet hiç de farklı olmayan bir şekilde pekçok ihtiyaç duyulmayan ofis, personel, yönetim, ve bürokrasi işletmekte,"bu sisteme gerçekten lüzum var mı?" sorusu sorulduğunda devredışı kalması hiç de zaman kaybı sayılmayak bir çok makam ve kuruma çatı olmakta, para sarf etmektedir.
SAE, yine pekçok değerlendirmede rastlayabileceğiniz gibi, refahın bir insanı nasıl değiştirdiğine bir örnek değildir bana göre; tam tersine, değişen koşulların bir insanı ne kadar istese de değiştiremeyeceğine en güzel örnektir. Hayri İrdal, yazdıklarının ilk sayfalarında anlattığı tüm çocukluk, gençlik ve ilk evlilik yıllarında başına gelenlerde yürüttüğü mantığı, bireysel isyanları ile hepimiz gibidir; iyi bir hayatı olsun ister, çocukları ve hanımıyla mutludur; evine ekmek götürmek arzusundadır. Uğradığı haksızlıklar ya şanssızlığı ya da dilini tutamamasından ileri gelmiştir. Ancak Halit Ayarcı ile tanıştıktan sonra hayatında değişen koşullara kendi de uzun süre inanamaz -bir süre sonra kendi sesine dönüşen iç sesinden anlarız bunu. Satır satır yazdıkça Hayri İrdal, ilk sayfalardaki naifliğinden kurtulur ve hikâyenin sonlarına doğru hayatındaki müthiş değişimle ve SAE'nin getirdikleriyle bütünleşemediğini dile getirmeye başlar, zihninde hep bir soru işareti vardır, hatta son sayfalarda bunlardan - refah, zenginlik, eğlenceler- aleni tiksinti duyduğunu da hissederiz.
Halit Ayarcı ise Türk edebiyatında şimdiye kadar sunulanlar içinde temsil ettiği fikir ve zihniyetler bakımından en kapsamlı olarak düşünülmüş Türk bürokratı/aydınıdır. Kitabın pekçok yerinde Hayri İrdal'ı ikna için sarf ettiği sözler, romanın geçtiği yıllardan bugüne kolaylıkla taşınabilir ve günümüze ait bir aydın/bürokratın sözleri diye sunulabilir. Bu anlamda eşsiz bir öngörü ve toplum algısıyla vardır Tanpınar'ın. Bir noktada Halit Ayarcı zavallı Hayri İrdal'ı değil, okuyucuyu ikna etmekte, ona kıvrak diliyle aklının havsalasına hiç gelmemiş zıt perspektiflerden iddialar sunmaktadır. Halit Ayarcı daha o zaman tanımı bile yapılmamış "algı yönetimi"nin yaratıcısı sayılabilecek, yine o yıllara yabancı bir kavram olan "girişimcilik"in, "inovasyon"un en olmayacak örneğini vücuda getiren bir karakterdir. Enstitüye alınacak personelin seçiminde yürüttüğü akıl gerçekten hatırlanmaya değerdir:
"İçlerinden tecrübelileri seçsek?"
"Asla... Siz tecrübe kelimesinin hakiki manâsını bilmiyorsunuz. Tecrübe sahibi demek, yıpratılmış olmak, muayyen hudutta ve muayyen fikirlerde donmuş olmak demektir. Bu cins insanlardan bize hiçbir zaman hayır gelmez."
Hayri İrdal'a ısrarla yazdırdığı, Ahmet Zamanî Efendi üzerine bir biyografi kitabı için söylediği şu sözler Halit Ayarcı'nın varoluş sebebini çok güzel özetler:
"Siz yalan diye bir şey mevcuttur, sanıyorsunuz. Hayır, yalan diye bir şey yoktur. Ahmet Zamanî bugün için yalan olamaz, bilâkis hakikatin ta kendisi olur. Ne vakit yalan olurdu, bilir misiniz, hem de korkunç bir yalan? Eğer hakikaten on yedinci asır sonunda yaşasaydı, işte o zaman yalan olurdu. Çünkü asrından ayrılırdı. Bu da imkânsız tabii! Bu meselelerde yalan veya hakikat diye bir şey yoktur. Asrına uymak, onun adamı olmak vardır."Asrının adamı olmayı savunurken kendini ve çevresini yitirenlerin romanı.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Ahmet Hamdi Tanpınar
Dergâh Yayınları, İstanbul, 382 sayfa
İşbu Web sitesi ve tüm sayfaları Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na tabidir ve içeriğine ilişkin her türlü yazı içeren bilgi-belge ve her türlü fikri ve sınai haklar ile tüm telif hakları ve diğer fikri ve sınai mülkiyet hakları blog yazarına aittir. İşbu web sitesinin içeriği, sitede kullanılan her türlü yazılı malzeme Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ve Türk Ceza Kanunu kapsamında korunmaktadır.
Sitede yer alan bilgilerin çoğaltılması, başka bir lisana çevrilmesi, saklanması veya işleme tutulması da dahil, blog yazarının önceden yazılı iznine tabidir. Bu sebeple bu sitede yer alan metinler kısmen veya tamamen sahibinin yazılı izni olmadan hiçbir şekilde, çoğaltılamaz, yayınlanamaz, kopyalanamaz, sunulamaz ve aktarılamaz. Sitenin bütünü veya bir kısmı diğer bir Web sitesinde izinsiz olarak kullanılamaz.
Yorumlar
Yorum Gönder
Fikirlerinizi paylaşmaktan çekinmeyin!