Bu şehir denizsizdir. Ciddidir, rengi gridir. Teması ayazdır, kuraktır. Tin rengi mavi olan, yeşil olan kentler vardır, sarı olan yerler, çamur kahvesi olan yerler. En susuz olup da rengi altın sarısı olan Afrika bölgelerinin rengi bile gri değildir.
Havası kurudur, yollarındaki bitkiler cansız ve az gelişmiştir. Çoğu da tozla toprakla egsozla kaplıdır. Bir kısmı Ankara bitkisi olmayıp rivayetlere göre yurtdışından milyonlarca paraya getirilip dikildiği için, bir mevsim bile yaşayamadan sökülerek yeni yenilerini dikilmiş buluruz bazı sabahlar. Bazen de, en abuk kaldırım çatlağından kendi kendine çıkıveren, kimsenin farketmediği sulamadığı bakmadığı, Allah'a emanet, inadına yaşayan Ankara ağaçlarının filizlerini görürsünüz.
Burada herkes bulutlar altındaymışçasına yürürken görülebilir, onların da rengi gridir sanki. Alışmış kabullenmişlerdir, bu pek bir yerinden caz müziği, yumuşak bir piyano sesi yayılmayan sokaklara.
Bu şehir yayalara göre değil araçlara göre gelişir. Gepgeniş yollar tek yönlü yapılarak daha da ralli rotasına dönüştürülmekle kalmaz, kaşık kadar olan birkaç kaldırıma da park eden araçlar çıkar. El kadar yollar ise genişletilmez. Sapsade başlanıp değişen yönetimle süs püs tamamlanan Dikmen vadisi parkındaki havuzlar leş gibi sazlıklara yosunlara terk edilir, yürüyüş yollarının taşları kimbilir kimlerin hayrı için her yıl yok yere sökülüp yeniden alınır döşenir. Bir para israfı, emek saçma yeridir bu şehir, en işlek ana yolun ortasında Gökkuşağı diye bir ölü alan yaptırılır da 1 yılı bitmeden dükkanları kapanıp camları iner, tinercinin itin köpeğin mekânı olur. Sadece google earth'de görülür tepeden ilginç ilginç. Güzelim Armada'nın karşısında Kongre Merkezi adı altında 10 yıl boyunca bir yeşil çelik profil yığıntısı bitirilemez durur da yanı başına yapılan Varan Oteli, Marriot Oteli birkaç ayda bitiriliverir.
Bu şehrin yayaları cambazdır. Bozuk kaldırımların bozuk olmayan minik alanlarından seke seke yürümeyi blirler. Birer demir ve pas yığınından ibaret olan üstgeçitleri pas geçerler. Oturan 36 ayakta 64 kişi kapasiteli otobüslerde 150 kişi, en işlek ve nüfusu bol mahallelere belediyenin verdiği en 30 yıllık otobüslerde gitmeye alışırlar. Metrosu ilk açıldığı yıl tıkır tıkır işler ödüller alır da, 3 yıl içinde ödül camekânı bile boş boş ve döküntü hale gelir, seferler düzensiz, zamanları keyfi ve uyduruk, şoförleri eğitilmemiş ve tünel ortasında treni durdurur hale gelir.
Burası bir memur ve öğrenci kentidir. Bu sözle bile bu kentin 'toplama' ya da göçer kesimlerle oluştuğunu düşünebiliyorsunuz. Sabah, acele acele bir yerlere giden gençler ve insanlar; akşam, acele acele evlerine dönmeye çalışan gençler ve insanlar. Ve kediler. Bu kente alışmış, griliğini nokta nokta bozan sarman, alaca, boz, gittikçe azalan kediler. Gittikçe artan, karşıdan karşıya geçen saksağanlar, araba diplerinde gezinen güvercinler.
Çook eskiden bir kasaba olan ve eski resimleriyle The Prisoner dizisinin çekildiği Namibya çöllerini anımsatan Ankara, şu an hiçbir yeri anımsatmıyor. Eski zamanlara dair korunmuş hiçbir nostaljik caddesi, bulvarı yok. Hiçbir eski fotoğrafından, orası Ankara'nın neresiymiş çıkaramazsınız. O fotoğrafları haftada bir yayımlayan bir gazetenin kitap eki, bu yüzden nostaljik gelir, 'Burayı Tanıdınız mı?' köşelerinden bile daha bilmece artık Ankara.
keçiörendeki "17 türk büyüğünün alçı kalıp heykeli, arka fonunda yapay şelale ve üstünde teleferik" adlı eser, şehircilikte son nokta. ankara nasıl kendini öldürdü tablosu.
YanıtlaSilBundan bir yazı dizisi bile yapılabilir.
YanıtlaSilçok güzel ...
YanıtlaSil