Ana içeriğe atla

Gizem'e Mektup

Sapsarı bukle bukle saçlar, açık mavi gözler, şirin mi şirin bir kızcağız Gizem. Ailesinin tek çocuğu, daha küçüklükten alıştırmışlardır sorumluluğa, eve gelir anahtarla kapıyı açmaya çalışır, komşusu olan annemin yardım teklifinde bile utanır ses edemez. Bir iki kere odasına misafir olmuştuk, renkli renkli oyuncaklar, peluşlar. Özene bezene yaratılmış olsa da, asla şımarmamıştır, küçücük yaşında hep olgun ve az konuşan bir kızdır. Ne bir şirretlik, onu isterim bunu isterimcilik, ne annesini bir kere bile ona bağırması.. mümkün değildir.

Öldü 13-14 yaşında. Ortaokuldaydı. O sırada biz ÖYS'ye hazırlanıyorduk. 18 yaşındaydık. 1998 olmalı.

Ebru Gündeş'e ne olduysa, Gizem'e de ondan oldu, tek fark, daha erken, hem de daha şanssız bir yerde, okul sırasına oturmuşken ve beynindeki baloncuk patlayıp yere yığıldığında o an ölmüştü bile. Tüm organlarını bağışladılar, masmavi gözlerine kıyamadılar bıraktılar.

Hep orada olan bir şeye alışır da sonra yokolduğunda boşluğa düşersin ya, bize de öyle oldu, apartmandaki diğer 2 kıza. Soğuk bir sabahtı, galiba kıştı ya da kış sonuydu ve ölüm haberi gelmişti, evde geometri çözüyordum -hayır çözemiyordum, aşağıdan gelen ağlamaları duyuyordum çünkü-, ve nasıl olup da aşağı kata inip, annesine başsağlığı dileyeceğimi düşünüyordum, bunu belki en erken ben düşünmüştüm ama en son ben yapabilecektim, hep böyle olur; bunun onu iki kat daha üzeceğine emindim, çünkü Gizem bizim ardımızdan geliyordu, büyüyecek, üniversite sınavlarına girecek, evlenecekti.

Ben cesaretimi toplayıp inene kadar, diğer kız arkadaşımızın ağlama krizlerinde annesine gittiğini, bir o kapıdan diğerine kendini attığını, onu Gizem'in annesinin teselli ettiğini duydum. İndim, evlerinin kapısı ardına dek açık, bir suçlu gibi -hâlâ yaşıyor olmaktan suçlu-, gözler eşliğinde annesine gittim, kadıncağızdan daha metin gözükmemeye çalışarak başsağlığı diledim. Annesi çok metindi, oysa tek çocuktu ve el bebek gül bebekti. Tek damla ağlayamadım.

Okulunda bir tören düzenlediler, gitmeye cesaret edemedim; aynı okulun lise kısmındaydım, orta kısmın bahçesinde tabutunu görmeye dayanamazdım, o yaşlarda gözyaşları daha içten ve kalpler daha yumuşaktır.

Daha sonra apartmanın adı Gizem Apartmanı olarak değiştirildi. Yıllar boyu onun odasının penceresine baktım evin arka bahçesinde oturur ya da yürürken. Odasını değiştirdiler mi, Gizem'i unuttular mı diye.

Aklıma düşmüştür Gizem, hayatımın her köşebaşında. Yaşgünümde bana hediye ettiği, daha önceden sanırım ona hediye edildiği ve kullanılmış -ama kimin umurunda- ufacık ve içi boş fotoğraf albümü de hâlâ bendeydi, içindeki bir pembe bulutlu kağıda yazdıkları da. 3 kere taşındım ve bir dünya şey attım, ama onu değil.

Çocuk yıllarca ailesini bir köpek yavrusu almaya ikna etmeye çalışmıştı, 2-3 gün deneme amaçlı bir köpek getirip gezdirip sokaklarda ardından temizlediği bile olmuştu -oysa ülkemizde köpek sahipleri bunu daha yeni yapmaya başladılar. İzin vermediler, köpek geri götürüldü. Şimdi hayatta olsa, ona bir değil belki 5 köpek alırlardı.

Geçen yıl, 2 yıl, 5 yıl, 10 yıl önce bu sıra ölmüştü Gizem, diye anımsadım hep. Evleneceğim gün bile. Hatta, diğer arkadaşımız anımsar mı, hiç anımsamış mıdır hep merak ederim.

Hayat Gizem'e pek bir şey vermeden geri aldı. Bana da onun ölümünde dökemediğim her gözyaşı için, her yaşayamadığı güzellikte ve çirkinlikte bu kızı anmak düştü.

Yorumlar

  1. kader mi beyinde baloncuk ? onbin kişide bir olur . Akıllı tasarım meselesi güme gitti galiba. Yani onbin kişide bir kişiyi tanrı , kafasında bir balonla gönderiyor bu dünyaya.
    Yani onbinde bir kişi için akılsız tasarım mı denecek tövbe tövbe.
    Allah beni çarpacak

    YanıtlaSil
  2. ben... gizemi tanıyorum galiba. olabilir mi ki? yoksa sahiden yan sınıfımda, derste, aynı şekilde kaybettiğimiz, aynı yaşlarda bir kız daha olması, hem de aynı yıl, mümkün mü? orta 2. sınıftaydık. isimden emin olamıyorum sadece.

    ankaraydı değil mi? biz o kadar ağlamıştık ki anlayamamıştık. en aydınlık gülüşlülerdendi o. bi anda soluveren papatya gibi, kayan bir yıldız gibi bir şeydi.

    YanıtlaSil
  3. Ankara'daydı. İnanamıyorum acaip bir karşılaşma bu deryik.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Fikirlerinizi paylaşmaktan çekinmeyin!

Bu blogdaki popüler yayınlar

Manifesto

Uzun süredir kendimde gözlediğim bir şeyi buraya yazmam gerekiyor; çünkü burayı kitap, seyahat ve itiraz yazıları alanım olarak 2009'dan beri işgal ediyorum. Ben artık, kurgusal edebiyat okuyamıyorum. Dünyada milyarlarca kitap var, her hafta binlercesi basılıyor, her gün yüzlerce sayfası yazılıyor. Dünyadan el etek çekip hepsini okumaya kalksak bile buna ömrümüzün vefâ etmeyeceği aşikâr, şurada yazdığım üzere, belleğimizin de ; dahası, çok çok çok okumayı, misket sayar gibi kitap saymayı da gerekli görmüyorum: çünkü kurgunun sonu yok, ve daha büyük arayışlarınız varsa, tıkanacağı ve tükeneceği açık. Yaklaşık 200 yıldır, büyük yazarların klasiklerini okuyarak insanı, iç dünyasını, hezeyanlarını ve tekâmülünü öğrenmeye, takip etmeye çalıştı insanlık. Ancak bu kitap varlıklarının yaşamlarını kurgulayarak yazarlar, bir neviî insanın, yani kendilerinin aczlerini kırmaya çalışıyorlardı (Ahmet Altan'ın çarpıcı bir tespitini anımsarsak, " Kitap yazmak, insanın Tanrılığa en yaklaşt

Didem Madak - En Kalması Gereken Şair

İki nefes arasında yazdım bu yazıyı. İki nokta arasında. Şiirini okumadan şiiri hakkında okuduğum ilk şair değil Didem Madak, ama azıcık dizesinin yer verildiği bir yazıyı daha bitirmeden karar verdim kitaplarını alıp okumaya. İki sayfa arasında. Sözcükler dergisinin en güzel, dolu dolu sayılarından birinde, 57. (Eylül-Ekim) sayısında bir yazıda rastgeldim şiirlerine. Daha ilk satırlarda yüzüme çarpan dizelerin oyunları ve ne kadar oyuncu olurlarsa olsunlar, dile getirdiği anlamların sahiciliği aklımı başımdan aldı. İnanırım bazen bir kâse bal bile umutsuzdur                                                  (Enkaz Kaldırma Çalışmaları'ndan) Şiirindeki dilin örgütlenişi, biçim ve içerik üzerine bir yazı olsa da, yazı içinde atıf yapılan dizeleri aç kurt gibi aradığımı görünce kitaplarını almam şart oldu. Didem Madak, üç tane incecik şiir kitabı yayınlandıktan sonra 2011 yılında hayata veda etmiş bir şair. Daha söyleyecek, yazacak çok şiirleri kaldı onda. Son kitabı Pu

Cemâlnur Sargut Maratonu: Tövbe, Hz. İbrahim, ve Ya Allah'ın Sevdikleri

Cemâlnur Sargut'un ikisi derleme, birisi de bir televizyon yayınının kitaplaştırılmış hâli olan 3 kitabını tek bir yazıda sunacağım, çünkü üçünü de ortak bir bakış açısıyla ifade edebileceğimi düşünüyorum. Tanımayanlar için, Cemâlnur Sargut, "üniversite eğitimini kimya mühendisliğinde tamamladıktan sonra kimya öğretmeni olarak görev yapmıştır. Halen, Türk Kadınları Kültür Derneği'nin (TÜRKKAD) İstanbul Şubesi Başkanlığı görevini yürütmektedir. Otuz yılı aşkın süredir tasavvuf alanında yurt içi ve yurt dışında çok yönlü çalışmalar yapmaktadır. " "Ya Allah'ın Sevdikleri!" kitabı, zamanında bir TV kanalında yayınlanmış birkaç bölümlük sohbetin kitaplaştırılması ve içlerinde en iyisi. Çünkü diğer iki kitapta görülebileceği gibi metinlerde benim fikrimce konu bütünlüğü bulunmuyor. İlk kitaptaki sohbetlerde soruları soran ve dağılmaya meyleden konuları toparlayan Ferda Yıldırım. Bu anlamda belli başlıklar altında toplanan akış çok güze