Ana içeriğe atla

Bir Diyalog: Kur'an ve Sünnete Göre Tasavvuf -Y.N.Öztürk (II)

I. yazı ile birlikte fikir paylaşımı yapmayı ortaokul yıllarından beri sürdürdüğüm bir arkadaşımdan sorular ve sesli düşünüş cümleleri geldi. Hep beraber düşünelim diye bir öneride bulundum ve II. yazıyı bu amaçla şekillendirdim.


Kendinden verirken bunun sınırı nedir, nefsi köreltmek veya iyilik, fedakarlık derken kendine hayatta ne kadar alan ayrılabilir ve ne kadar dünyevi hedefe sahip olunabilir bunlar benim  kafamı kurcalayan konular.
Tasavvufta kendinden bir şey vermeye değil, aslında almaya odaklanma var. Kendi benliğinde varlığından haberdar olmadığın eksikliklerin ve zenginliklerin farkına varış. Her durumda, bu bir artış anlamına geliyor, çünkü benliğin tam olarak farkına varamadan, onu otomatik tepkileriyle sınırlı tutarak ömürler geçebiliyor. Nefsin terbiyesi ise sanıldığının aksine, yok etmek veya törpülemek değil, zararlı yönlerini tanımak ve taşmaya kalkması halinde bir şaşkınlığa uğramadan, uğranılsa bile bunun onun doğasında olduğunu bilerek daha kontrollü olmaya çalışmak. Yani içindeki şer özellikleri hiçbir zaman yok edemezsin, kısaltamaz azaltamazsın. Varlığını bilir ve ona göre hareket edersin.

İyilik ve fedakârlıklar, zühd bahsinde geçen 3 kısım için: hayatta belli bir alan (hattâ tarla, toprak temelinde düşünelim), parsel ayrılmayarak genel bir zihin hâli kazanmak şeklinde. Ve gücün yettiği miktarda (maddiyat) ve fırsat olduğu miktarda (maneviyat) olarak destek olmayı hedefliyor. Burada kast edilen, sadece para pul değil, örneğin kuvvetli olunan herhangi bir yetide de destek olmak: bir konuda çok mu okudun, bilgiyle destek olmak, bir yemeği çok mu yaptın, paylaşmak, büyük bir başarı mı elde ettin, sadece senin olmadığını bilerek başkalarının da hakkını vermek, gibi.

Nefse alan ayırmak gibi değil de, kendini ve isteklerini genel iyilik için bir miktar geri plana atarken kendine ve hedeflerine hayatta ne kadar alan ayırabilir insan? 
Aslında bu biraz, kendini ve isteklerini, başkalarını da düşünürken yeniden düzenlemek, yani geri plana atmak gibi değil. Örneğin, mesleğimde başarılı olmak isterim, çünkü bu alandaki yeteneklerimin farkındayım, ama bu başarının getirilerini sadece kendime ayırmak istemeyişim bir zühde işaret eder. Bir başarı ile gelen kazancı ailem ve akrabalarımın emek haklarını takdir ettikten sonra bir şükür anlamında başkalarıyla da paylaşabilirim.

Nefsi tümden köreltmek değil ise, biraz bastırmak da değilse, bu soru kısmen alakasız kaçabilir, ama aşağıda yonlendirme konusuna da değindim çünkü beni o düşünceye de ulaştırıyor biraz baskılamak düşüncesi. 
Nefsin sıfat ve özelliklerini öğrenmek bu sebeple büyük bir önem kazanıyor. Tasavvufun hayatın içine en çok karıştığı noktalar bunlar. Nefsimizin merhaleleri onu baskılayarak değil tanıyarak değişiyor, çünkü tanıdıkça özellikle en kolay ve içgüdüsel olarak hızlı tepkiler verdiği durumlarda daha yetkin davranmayı seçebiliyoruz. Hızlı bir kıskançlık, bir öfke, hırs, nefret gibi şer durumlarda nefsi doğru yönlendirmek en büyük amaçlardan biri. Baskılanan her duygu veya yönelim mutlaka aksi yönde büyüyüp taşacaktır, o sebeple baskı, kısıt değil, onun şer özelliklerini de bilmek, yok saymamak, kabul etmek ancak büyüyüp ele geçirmesine imkân vermeden ve kimseye zarar vermeden akıtmak iyi bir yöntem (bu noktada aslında psikiyati ve psikoloji dalları da benzer yöntemleri kullanıyor). Ancak tasavvuf, bu noktada aczini bilmek, tevbe ve af dilemeyi hedefliyor. Çünkü bunu asla yüzdeyüz başaramayacağız. Yine de, bu çabamız bizi öyle bir noktaya getirebilir ki, nefsi kaşıyacak pekçok durumda hoşgörüyle, sekinetle davranarak yolumuza devam etmeyi başarabiliriz.

Kendini bir miktar geri plana atmanın ölçüsü veya kriterleri nedir?
Kendini bir miktar geri plana atmak tasavvuf geleneğinde, kendini övme, kendini esas alma, kendini dünyanın merkezine koymanın geriye atıldığı bir çerçeve. Yoksa kendimizi varlık olarak geriye atarak kimseye bir fayda sağlayamayız. Doğduk, ailemize ve çevremize faydası dokunan (dokunamıyorsa en azından zararı dokunmayan) bireyler olmayı sürdüreceğiz, yaşamımızı idame ettirmek için kabiliyetlerimizi şekillendiren veya onlara uygun bir eğitim ve mesleği icra edeceğiz. Tabii ki bu ebeveynlerin, sağlığın, eğitimin, öğretmenlerin de hep bize verilmiş nasipler olduğunu, belki bir köy çocuğuna da verilebilecekken bize bahşedildiğini unutmadan - bu bize eğitim veya geldiğimiz noktada kibirlenmemeyi anımsatır. Bu şekilde geçinecek ve nasibimiz olanları tüketeceğiz. Tüm bunlarda, elbette geri planda durmayacağız. Geriye alınan şeyler burada kibir, herşeyi ben başardım zannı, ve daha çok daha çok elde etmeliyim hepsini kendime saklamalıyım hırsı.

İlki, örneğin, rekabetçi bir ortamda kendi başarıni bosverip vermemek ya da derecesi, cünkü rekabet varsa biri kazanırken diğeri kaybeder.
Yeteneklerini ortaya koymakta hiçbir engel yok, tıpkı ayette Yusuf a.s.'ın talep ettiği, bilgili ve güvenilir olduğunu dile getirdiği Mısır Hazinelerinin Sorumlusu mevkii gibi. Yerilen, şan ve şöhret merakıdır, işini layıkıyla yapmak ve bunun getirdiği güzel sonuçlar değil.

Bir başka örnek, birçok başka insanların ihtiyaçları varken kendi ihtiyacina eğilme kriterleri ve derecesi. Hangisinin ihtiyacı daha elzem diye bakılabilir (kendin/ a kişisi/ b kişisi vs arasından belirli ihtiyaç seçimi yapılabilir) ama öte yandan insanın kendisine kendisinden daha iyi kimse yardımcı olamaz (dolayısıyla insan kendine değil başkasına yardımı seçip çok şeyi bosverirse kimse boşverilenleri geri getirmeyebilir) 
Zühd bahsindeki infak, isâr ve şefkat kavramlarında, öncelik kendi temel ihtiyaçlarına verilmiş, ve bunun derecesi ayet ve hadislerde de, önce kendin, ailenin ihityaçlarını karşılamak olarak aktarılmış. Yani çocuğun aç iken başkasına yüklerle dağıtman tasvip edilir şey değildir. Asıl ihtiyaçlarının ardından, kendini de atlamayarak başkalarına paylaşmak isâr safhasında meydana geliyor. O hafta ailece yediğiniz çok güzel bir yemeğin bir benzerini, fakir bir aileye de iletebilmek örneğin. Bu noktada yardımda kendinle ilgili boşverilen şeyleri düşünmek önemli, örneğin yardımları yaparken kazanılan ihtiyaç fazlası tüketimden vazgeçmek özelliği yardım yapmazken bile güzel bir tasarrufa ve sade bir yaşama götürebilir. Evi komple yenilemek, tüm halıları perdeleri değiştirmek, yeni sezon çantaları kabanları almak yerine çok daha az harcayıp fakirleri giydirmek, erzak göndermek, gibi. Bu noktada kitabın Zenginlik-Fakirlik bahsi çok detaylı. Tasavvuf, sanıldığı gibi fakirliği övmez - paylaşımcı bir zenginliği müthiş hırslı ve mal bağımlılığı içindeki bir fakirliğe yeğ tutar. Hepsinin emanet/geçici olduğunu bilme şuuru talep eder. Yani, Allah'tan gafil olunan her zenginlik ve fakirliği yerer.

Ama bunların ötesinde de insanın almaktan çok vererek mutlu olması durumu var. İyilik yapan iyilik bulur da doğru, ama insanın bulduğu o iyilik hedefli değil de feda edilen hedeflerin yerine gelen iyilik oluyor. Yani hedefsiz sistemsiz yaşamakla ilişkisini de merak ediyorum kendini ve isteklerini bir miktar geri plana atmanın.
Elbette insana katlanıp geri verileceği ayette de bahsedilen iyilikler hesaplı yapılmadıkça daha güzel, yani bu iyliği yapıyorum hedefinde bana şunlar bahşedilsin planlamasıyla o ancak alışveriş/ticaret tanımına girer ve samimi olmaz. Burada feda edilen hedeflerin kastını düşünmek lazım. Feda edilen şey alınacak 3. bir çantaysa, bundan caymak ile ilk başta gelen bir israftan vazgeçişin huzuru olabilir. Feda edilen şey elzem bir ihtiyaç ise, bunun ertelemenin hayrı ve şerri üzerinde düşünüp tartmak lazım.


Tabii insan iyilik konularında hırslı olabilir, o konularda sistemli ve hedefli hareket edebilir. Nefsi o taraflara yönlendirme gibi. Fakat sadece o konular mi mutluluk verir, hem kendini bazı açılardan besleyip gelistirmedikce başarı azalır?
Müthiş bir hırsla iyilik yapmak zühdde sayılan infak, isâr veya şefkat tanımlarının hiçbirine uymuyor aslında. Hırs mutlaka bir ısrarı (beni kabul edin), bir ün merakını (beni övün), belki bir başa kakmayı, ya da kibri (ben olmasam bunlar olmazdı) getirecektir. Günümüzde bu çizgilerin iyice belirsizleştiğini gözleyebiliriz: ayetler gizli ve açık infaktan bahsetse de hayırlar tamamen bir yarış, başkalarının gözünde yükselme, belki yaranmaya kadar gidebiliyor. Hayırdaki en temel konulardan biri, açık davet, gizli eda. Diğeri, biz yaptık değil, nasip oldu aracı olduk bakış açısı. Ve iyilik de başlı başına bir nasip: niyet ettiğin yere ulaşamayabilir, başkalarına gidebilir, farklı ihtiyaçlar karşına gelebilir. Kimileri hayır yapmak ister ancak mümkün olmaz. Başka bir iyilik fırsatı çıkabilir. Tüm bunlar iyilikte sistemlilik ve hedefliliğin tamamen mümkün olmadığını gösteriyor. O yüzden iyilik aslında bir eylem planı değil, genel zihin hâli, o an karşına çıktığı an değerlendirip gerçekleştirebilmek, eğer mümkün olmazsa da kabullenebilmek. Mutluluğun tek şartı ve kaynağı iyilik değil elbette, kendi ruhunu besleyen şeyler yapmak. Bu anlamda kendini geliştiren her eylem buna dâhil.

Kişisel örnek: piyanodan, bunu çalmanın dünyadaki kötülüğü azaltmak veya iyiliği artırmaya yararı yok diye düşünerek soğumuştum; bence soğumam doğru değildi çünkü o beynimi ve moralimi güçlendiren bir uğraştı ve iyilik hedeflerinde basarimi arttırabilirdi) (Ayrıca konserlerin gelirini bağışlayarak vs iyilik yapmak da mümkün ama o ayrı konu, onun için çok iyi piyanist olmak gerek)
Hayattaki her fiile dünyaya ne katkısı var açısıyla bakmak mümkün değil. Böyle bir analize ömür yetmez. Buna fayda sağlayan fiiller olduğu gibi doğrudan fayda vermediğini düşüneceğimiz eylemler de var. İşimizi iyi yapmamız bile hayırlı ve faydalı görülmüştür. Hem iyi örnek olabiliriz hem kazancımız helâl olur. Çocuğunun kucağında huzurla yattığı anlar - o an dünyadaki savaşlara bir faydan yok belki, ama bir çocuğun gelişimine büyük desteğin var ve bu çocuk ilerde yapacağı seçimler, insanlara davranışları açısından o dakikadaki huzuruna dayanacak. Yani her andaki güzellik, ileride bir güzelliğe sebebiyet verebilir. Bu zincirin her aşamasını takip etme şansımız yok. Biz bu ana güzellik katacağız. Ve buna en yakınımızdan başlayacağız (aile, akraba, komşular, doğa, hayvanlar). Bir meşgale ile iştigal de buna benzer: baktığın çiçekler, bir uğraşın hepsi bir şeye hizmet eder. O çiçekler bir arıya rızk olur, o müzik bir komşuya huzur verir. Senin zihnini dinginleştirir, belki akşamüstü bir tersliğe o kadar da canın sıkılmaz ya da kırıcı bir söz ağzından çıkmaz. Ve hepsi de tanımlarını bildiğimiz anlamda hayra katkı sağlamak zorunda değil: bu yüzden hadis ile aktarıldığı gibi, "bir gülümseme/bir güzel söz bile sadakadır. Yoldan geçenlere kolaylık amacıyla bir taşı kaldırmak bile bir hayırdır."


Ayrıca, alternatif olarak şöyle de bakılabilir: insanın kendini mutlu etmesi dünyadaki toplam neşe ve huzur artışı açısından da iyi bir şeydir. Ama birinde mutluluk artarken bu başkasını nasıl etkiler, eğer ying-yang gibi dünyada zıtlar dengede ise?
Birinde mutluluk artarken bu başkasını nefsinin merhalesine bağlı olarak etkiliyor: özelliklerinin farkında değilse bu onda kıskançlık, hırs, veya gıpta, ya da tamamen candan bir tebrik isteği doğurur. Burada herkesin yükü kendi gücüne göredir minvalindeki ayetin (Bakara 286) farkındalığıyla lütuf-nimetler ile eza-acılara bakış açısı şekillenir. Tabii ki sosyal medyayla bu sevinç ve nimetler çok göze sokulur hale de geldi (şurada bahsetmiştim: Başkalarının Sevincine Bakmak). hayatta her zorluğun bir amaca hizmet ettiğinin bilinciyle, ve her zorlukla bir kolaylığın olduğunu (İnşirah) bilerek, burada tasavvufun gördüğü son nokta, "Kahrın da hoş, lütfun da," seviyesidir.


< Kur'an-i Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf - Y.N. Öztürk, I. yazı


Bu Web sitesi ve tüm sayfaları Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na tabidir ve içeriğine ilişkin her türlü yazı içeren bilgi-belge ve her türlü fikri ve sınai haklar ile tüm telif hakları ve diğer fikri ve sınai mülkiyet hakları blog yazarına aittir. İşbu web sitesinin içeriği, sitede kullanılan her türlü yazılı malzeme Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ve Türk Ceza Kanunu kapsamında korunmaktadır.
Sitede yer alan bilgilerin çoğaltılması, başka bir lisana çevrilmesi, saklanması veya işleme tutulması da dahil, blog yazarının önceden yazılı iznine tabidir. Bu sebeple bu sitede yer alan metinler kısmen veya tamamen sahibinin yazılı izni olmadan hiçbir şekilde, çoğaltılamaz, yayınlanamaz, kopyalanamaz, sunulamaz ve aktarılamaz. Sitenin bütünü veya bir kısmı diğer bir web sitesinde izinsiz olarak kullanılamaz.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Manifesto

Uzun süredir kendimde gözlediğim bir şeyi buraya yazmam gerekiyor; çünkü burayı kitap, seyahat ve itiraz yazıları alanım olarak 2009'dan beri işgal ediyorum. Ben artık, kurgusal edebiyat okuyamıyorum. Dünyada milyarlarca kitap var, her hafta binlercesi basılıyor, her gün yüzlerce sayfası yazılıyor. Dünyadan el etek çekip hepsini okumaya kalksak bile buna ömrümüzün vefâ etmeyeceği aşikâr, şurada yazdığım üzere, belleğimizin de ; dahası, çok çok çok okumayı, misket sayar gibi kitap saymayı da gerekli görmüyorum: çünkü kurgunun sonu yok, ve daha büyük arayışlarınız varsa, tıkanacağı ve tükeneceği açık. Yaklaşık 200 yıldır, büyük yazarların klasiklerini okuyarak insanı, iç dünyasını, hezeyanlarını ve tekâmülünü öğrenmeye, takip etmeye çalıştı insanlık. Ancak bu kitap varlıklarının yaşamlarını kurgulayarak yazarlar, bir neviî insanın, yani kendilerinin aczlerini kırmaya çalışıyorlardı (Ahmet Altan'ın çarpıcı bir tespitini anımsarsak, " Kitap yazmak, insanın Tanrılığa en yaklaşt

Didem Madak - En Kalması Gereken Şair

İki nefes arasında yazdım bu yazıyı. İki nokta arasında. Şiirini okumadan şiiri hakkında okuduğum ilk şair değil Didem Madak, ama azıcık dizesinin yer verildiği bir yazıyı daha bitirmeden karar verdim kitaplarını alıp okumaya. İki sayfa arasında. Sözcükler dergisinin en güzel, dolu dolu sayılarından birinde, 57. (Eylül-Ekim) sayısında bir yazıda rastgeldim şiirlerine. Daha ilk satırlarda yüzüme çarpan dizelerin oyunları ve ne kadar oyuncu olurlarsa olsunlar, dile getirdiği anlamların sahiciliği aklımı başımdan aldı. İnanırım bazen bir kâse bal bile umutsuzdur                                                  (Enkaz Kaldırma Çalışmaları'ndan) Şiirindeki dilin örgütlenişi, biçim ve içerik üzerine bir yazı olsa da, yazı içinde atıf yapılan dizeleri aç kurt gibi aradığımı görünce kitaplarını almam şart oldu. Didem Madak, üç tane incecik şiir kitabı yayınlandıktan sonra 2011 yılında hayata veda etmiş bir şair. Daha söyleyecek, yazacak çok şiirleri kaldı onda. Son kitabı Pu

Cemâlnur Sargut Maratonu: Tövbe, Hz. İbrahim, ve Ya Allah'ın Sevdikleri

Cemâlnur Sargut'un ikisi derleme, birisi de bir televizyon yayınının kitaplaştırılmış hâli olan 3 kitabını tek bir yazıda sunacağım, çünkü üçünü de ortak bir bakış açısıyla ifade edebileceğimi düşünüyorum. Tanımayanlar için, Cemâlnur Sargut, "üniversite eğitimini kimya mühendisliğinde tamamladıktan sonra kimya öğretmeni olarak görev yapmıştır. Halen, Türk Kadınları Kültür Derneği'nin (TÜRKKAD) İstanbul Şubesi Başkanlığı görevini yürütmektedir. Otuz yılı aşkın süredir tasavvuf alanında yurt içi ve yurt dışında çok yönlü çalışmalar yapmaktadır. " "Ya Allah'ın Sevdikleri!" kitabı, zamanında bir TV kanalında yayınlanmış birkaç bölümlük sohbetin kitaplaştırılması ve içlerinde en iyisi. Çünkü diğer iki kitapta görülebileceği gibi metinlerde benim fikrimce konu bütünlüğü bulunmuyor. İlk kitaptaki sohbetlerde soruları soran ve dağılmaya meyleden konuları toparlayan Ferda Yıldırım. Bu anlamda belli başlıklar altında toplanan akış çok güze