Marcel Proust'un büyük yapıtının ilk kitabını okumaya koyulduğumda, bu romanın bir devamı olabileceğinden, hatta hepsinin birbirine bağlanmış ufak mendiller gibi sırayla ilerlediğinden habersizdim; dünyada olup olabilecek en anlamsız başlığa sahip ilk kitabın ilk sayfalarını onlarca kere okuduktan sonra, devam etmeye bir süre cesaret edememiş, daha sonra geride ağlamaklı bırakılmış bir küçük kız kardeş gibi, vicdanımı hafif hafif rahatsız etmesine bir son vererek kitabı bitirdiğimde; Swann'lara, Gilberte'e ne olacağını merak etmiştim.
Bu ikinci kitapta bambaşka bir çevrede, karlı Paris'te karşılıyor bizi yazar, Combray'de, büyük halanın evinde kalınırken bir akşam gezintisinde bir kez ismi işitilen Gilberte ile artık Champs-Élysées'de oynanan çocukluk oyunları, köprüde bekleyişler, o ulaşılmaz sevgilinin ailesi, evi, ve nihayet kızıyla bir inatlaşmayla başlayan kopuş bekliyor bizi sayfalarda.
Hemen ardından başka bir kente, uçurumlarla dolu her zaman fırtınalı bir deniz kenarı olarak düşlenen Balbec'e doğru savruluyor okur; aslında bir büyüme bundan başka bir şekilde, tedbil-i mekân olmadan anlatılamazdı. Artık anne baba burada değildir; sinirleri hassas, fazla düşünen yapısıyla çocuk, yüreğinde aşk acısıyla, sancılı bir başlangıçla yepyeni bir kente hareket etmiş, yabancı bir yatak odasında yeni hayatına başlamıştır.
İçine kapanıktır, izler, gözlemler, ama anlattıkları, sanki tüm o insanlarla en baştan itibaren müthiş bir iletişim içine girmiş, saatlerce günlerce konuşmuş izlenimi verir size, her birinin eski alışkanlıklarını, huylarını, sayfiyedeki yaşamlarını, birbirleriyle ilişkilerini anlatır.
Görünürde her gün benzer şekilde yaşanıp gitmektedir, sabah kahvaltı, öğle yemeği, deniz banyosu, kumsal, iskele, gelip geçenler, akşam yemeği, bir-iki tanıdık -hatta başlangıçta tatilin içine fazlaca nüfuz etmesin diye görmezlikten gelinen-, bir süre birlikte günler geçirilen genç arkadaşlar. Bunca anlatılanın, böylesi tekdüze bir tatilde o kadar az insanla konuşularak öğrenilmiş olması inanılacak gibi değildir. Bazen bunların bir yaşanmışlık mı, yoksa kurgu mu olduklarına karar veremez, kitap kapağının içine tekrar bakarsınız: Kayıp Zamanın İzinde.
Ve gençkızlar. Aşkın, hangisine konacağına karar veremediği değişik mizaçlarda, çehrelerde, seslere sahip gençkızlar. Hiç acınmayan, bolca feda edilen kayıp zamanlar. İlk kitapta her gece annesinin iyi geceler öpücüğünü beklerken ıstırap çeken hassas çocuğun büyüyor olduğunu sadece siz bilebilirsiniz, çünkü bundan bahsetmez; zaten o kitapta da sanki bir yetişkin gibidir.
Nihayet âşık olur, her âşık gibi boşlukta salınır, arasıra gelecekte olacaklara atıf yaparak aslında o zamanlarda hiçbir şey bilmeden yaşıyor, karar veriyor olduğumuzu yüzümüze vurur- ama bunların tamamı iç dünyasında olmaktadır; bu gençler, her ne kadar flört ve sevgililik terimlerini bilmiyor ve yalnızca metreslik ile evlilik kavramlarının bilindiği zamanlarda yaşıyor olsalar da, her şeyin hemen dile getirilmediği, ama bunun da birer kavga sebebi yapılmadığı çağdadırlar.
Ve sonra Balbec'ten ayrılma zamanı gelir. Mevsimler değişir, ikindileri uzun süren araba gezintileri yapılmıyordur artık, akşam boyunca giderek tenhalaşan restoranın buğulanan camları arasında oturulmaktadır. Büyük ıstıraplarla alışan yatak odasından, Paris'teki eski, alçak tavanlı odaya dönüş zamanıdır. Ama artık o küçük çocuk değildir. Bir yandan da, yüreği, sözleri, algıları, yaşadıkları değişse de onun hep aynı çocuk olacağını hissederiz. Bu ikilemi Proust bize hep yaşatacaktır.
Bu ikinci kitapta bambaşka bir çevrede, karlı Paris'te karşılıyor bizi yazar, Combray'de, büyük halanın evinde kalınırken bir akşam gezintisinde bir kez ismi işitilen Gilberte ile artık Champs-Élysées'de oynanan çocukluk oyunları, köprüde bekleyişler, o ulaşılmaz sevgilinin ailesi, evi, ve nihayet kızıyla bir inatlaşmayla başlayan kopuş bekliyor bizi sayfalarda.
Hemen ardından başka bir kente, uçurumlarla dolu her zaman fırtınalı bir deniz kenarı olarak düşlenen Balbec'e doğru savruluyor okur; aslında bir büyüme bundan başka bir şekilde, tedbil-i mekân olmadan anlatılamazdı. Artık anne baba burada değildir; sinirleri hassas, fazla düşünen yapısıyla çocuk, yüreğinde aşk acısıyla, sancılı bir başlangıçla yepyeni bir kente hareket etmiş, yabancı bir yatak odasında yeni hayatına başlamıştır.
İçine kapanıktır, izler, gözlemler, ama anlattıkları, sanki tüm o insanlarla en baştan itibaren müthiş bir iletişim içine girmiş, saatlerce günlerce konuşmuş izlenimi verir size, her birinin eski alışkanlıklarını, huylarını, sayfiyedeki yaşamlarını, birbirleriyle ilişkilerini anlatır.
Görünürde her gün benzer şekilde yaşanıp gitmektedir, sabah kahvaltı, öğle yemeği, deniz banyosu, kumsal, iskele, gelip geçenler, akşam yemeği, bir-iki tanıdık -hatta başlangıçta tatilin içine fazlaca nüfuz etmesin diye görmezlikten gelinen-, bir süre birlikte günler geçirilen genç arkadaşlar. Bunca anlatılanın, böylesi tekdüze bir tatilde o kadar az insanla konuşularak öğrenilmiş olması inanılacak gibi değildir. Bazen bunların bir yaşanmışlık mı, yoksa kurgu mu olduklarına karar veremez, kitap kapağının içine tekrar bakarsınız: Kayıp Zamanın İzinde.
Ve gençkızlar. Aşkın, hangisine konacağına karar veremediği değişik mizaçlarda, çehrelerde, seslere sahip gençkızlar. Hiç acınmayan, bolca feda edilen kayıp zamanlar. İlk kitapta her gece annesinin iyi geceler öpücüğünü beklerken ıstırap çeken hassas çocuğun büyüyor olduğunu sadece siz bilebilirsiniz, çünkü bundan bahsetmez; zaten o kitapta da sanki bir yetişkin gibidir.
Nihayet âşık olur, her âşık gibi boşlukta salınır, arasıra gelecekte olacaklara atıf yaparak aslında o zamanlarda hiçbir şey bilmeden yaşıyor, karar veriyor olduğumuzu yüzümüze vurur- ama bunların tamamı iç dünyasında olmaktadır; bu gençler, her ne kadar flört ve sevgililik terimlerini bilmiyor ve yalnızca metreslik ile evlilik kavramlarının bilindiği zamanlarda yaşıyor olsalar da, her şeyin hemen dile getirilmediği, ama bunun da birer kavga sebebi yapılmadığı çağdadırlar.
Ve sonra Balbec'ten ayrılma zamanı gelir. Mevsimler değişir, ikindileri uzun süren araba gezintileri yapılmıyordur artık, akşam boyunca giderek tenhalaşan restoranın buğulanan camları arasında oturulmaktadır. Büyük ıstıraplarla alışan yatak odasından, Paris'teki eski, alçak tavanlı odaya dönüş zamanıdır. Ama artık o küçük çocuk değildir. Bir yandan da, yüreği, sözleri, algıları, yaşadıkları değişse de onun hep aynı çocuk olacağını hissederiz. Bu ikilemi Proust bize hep yaşatacaktır.
Marcel Proust, Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde - Kayıp Zamanın İzinde I. cilt,
s. 441-960, Temmuz 2010.
s. 441-960, Temmuz 2010.
çev. Roza Hakmen, YKY/Delta Yayınları.
Yorumlar
Yorum Gönder
Fikirlerinizi paylaşmaktan çekinmeyin!