Ana içeriğe atla

Anna Karenina

... üzerine yazmak, kolay değil. Değil ki, okuması olsun. Özellikle, Umberto Eco'nun, bir roman başlığının bağlayıcılığı hakkında şurada yazdıklarını okuduktan sonra.

Anna Karenina, sanıldığı gibi tek bir kadının, histerik, karanlık, fırtınalı, oradan oraya savrulan yani hem fırtınanın kendisi hem de onun kurbanı olan bir kadının hayatını anlatan bir roman değildir ve hiç olmayacaktır. Her ne kadar kitabın ismi ve sinema uyarlamaları, genellikle bu yönleri vurguluyorlar gibi görünse de. Bunu öğrenmek şaşırtıcıdır, ama gerçek bu.

Yani maalesef (!), Anna Karenina, sinema endüstrisinin ilgisini pek çeken yasak ilişkiler, aşkların doğuşu, heyecanları, hezeyanları ve tükenişlerinden ibaret değil.

Romanı okumaya koyulduğunuzda, aklınızda filmlerden kalma kara saçlı, beyaz, solgun yüzlü ve delici bakışlı bir kadın vardır, ama sayfalar boyunca, o kadını göremeyeceksinizdir; roman adeta başka kişileri anlatmaya koyulur. Halen esas kadının ortaya çıkmasını bekliyorsunuzdur, o ise, neredeyse üçüncü dereceden bir yan portre gibi, süzülerek girer romanın içine.

Roman devamında iki ana karakter üzerinden ilerler, Anna Arkadyevna Karenina ve Konstantin Dmitriyeviç Levin. Sadece bu iki insanın kafasının ve kalbinin içine girersiniz, onların tutku ve öfkelerine kapılırsınız.

Bu iki insan, birbirlerinden bağımsız gözüken uzak akrabalardır, oysa seçimleri ve yaşadıkları ile birbirlerinin kaderini doğrudan etkiler.

Romanı birbirinin içine geçmiş seviler düğümü olarak görmek büyük bir hata olur, bu bir kişilikler ve seçimler çarpışmasıdır.


Duygusal bir kadın, çocuğuna bağlı bir anne olarak sadece Anna Karenina'yı anlatmak mümkün olabilir miydi? Belki. O zaman bu roman günümüze dek kalamazdı sanırım. Dünyada pekçok kadının yaşadıkları ve hissettikleridir bunlar çünkü. Öyleyse kalıcılık ve çarpıcılık, konuların ilginçliğinden meydana gelmez.

Ergin Altay'ın artık Rus klasiklerinin vazgeçilmez bir parçası olan muhteşem çevirisinden ilk 300 küsur sayfasını okuyorken, notlarım üzerine düşündüklerimi yitirmemek için yazdığım ilk yazıdır bu. Devamı mutlaka gelecek.


dahası da var:
Anna Karenina Üzerine II >>

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Manifesto

Uzun süredir kendimde gözlediğim bir şeyi buraya yazmam gerekiyor; çünkü burayı kitap, seyahat ve itiraz yazıları alanım olarak 2009'dan beri işgal ediyorum. Ben artık, kurgusal edebiyat okuyamıyorum. Dünyada milyarlarca kitap var, her hafta binlercesi basılıyor, her gün yüzlerce sayfası yazılıyor. Dünyadan el etek çekip hepsini okumaya kalksak bile buna ömrümüzün vefâ etmeyeceği aşikâr, şurada yazdığım üzere, belleğimizin de ; dahası, çok çok çok okumayı, misket sayar gibi kitap saymayı da gerekli görmüyorum: çünkü kurgunun sonu yok, ve daha büyük arayışlarınız varsa, tıkanacağı ve tükeneceği açık. Yaklaşık 200 yıldır, büyük yazarların klasiklerini okuyarak insanı, iç dünyasını, hezeyanlarını ve tekâmülünü öğrenmeye, takip etmeye çalıştı insanlık. Ancak bu kitap varlıklarının yaşamlarını kurgulayarak yazarlar, bir neviî insanın, yani kendilerinin aczlerini kırmaya çalışıyorlardı (Ahmet Altan'ın çarpıcı bir tespitini anımsarsak, " Kitap yazmak, insanın Tanrılığa en yaklaşt

Didem Madak - En Kalması Gereken Şair

İki nefes arasında yazdım bu yazıyı. İki nokta arasında. Şiirini okumadan şiiri hakkında okuduğum ilk şair değil Didem Madak, ama azıcık dizesinin yer verildiği bir yazıyı daha bitirmeden karar verdim kitaplarını alıp okumaya. İki sayfa arasında. Sözcükler dergisinin en güzel, dolu dolu sayılarından birinde, 57. (Eylül-Ekim) sayısında bir yazıda rastgeldim şiirlerine. Daha ilk satırlarda yüzüme çarpan dizelerin oyunları ve ne kadar oyuncu olurlarsa olsunlar, dile getirdiği anlamların sahiciliği aklımı başımdan aldı. İnanırım bazen bir kâse bal bile umutsuzdur                                                  (Enkaz Kaldırma Çalışmaları'ndan) Şiirindeki dilin örgütlenişi, biçim ve içerik üzerine bir yazı olsa da, yazı içinde atıf yapılan dizeleri aç kurt gibi aradığımı görünce kitaplarını almam şart oldu. Didem Madak, üç tane incecik şiir kitabı yayınlandıktan sonra 2011 yılında hayata veda etmiş bir şair. Daha söyleyecek, yazacak çok şiirleri kaldı onda. Son kitabı Pu

Cemâlnur Sargut Maratonu: Tövbe, Hz. İbrahim, ve Ya Allah'ın Sevdikleri

Cemâlnur Sargut'un ikisi derleme, birisi de bir televizyon yayınının kitaplaştırılmış hâli olan 3 kitabını tek bir yazıda sunacağım, çünkü üçünü de ortak bir bakış açısıyla ifade edebileceğimi düşünüyorum. Tanımayanlar için, Cemâlnur Sargut, "üniversite eğitimini kimya mühendisliğinde tamamladıktan sonra kimya öğretmeni olarak görev yapmıştır. Halen, Türk Kadınları Kültür Derneği'nin (TÜRKKAD) İstanbul Şubesi Başkanlığı görevini yürütmektedir. Otuz yılı aşkın süredir tasavvuf alanında yurt içi ve yurt dışında çok yönlü çalışmalar yapmaktadır. " "Ya Allah'ın Sevdikleri!" kitabı, zamanında bir TV kanalında yayınlanmış birkaç bölümlük sohbetin kitaplaştırılması ve içlerinde en iyisi. Çünkü diğer iki kitapta görülebileceği gibi metinlerde benim fikrimce konu bütünlüğü bulunmuyor. İlk kitaptaki sohbetlerde soruları soran ve dağılmaya meyleden konuları toparlayan Ferda Yıldırım. Bu anlamda belli başlıklar altında toplanan akış çok güze